6 Haziran 2012 Çarşamba

KIZILCAHAMAM-ÇELTİKÇİ YÖRESİNDE BİR DAĞ YÜRÜYÜŞÜ: Alicin Deresi, Asar Tepe, Ağşar Kalesi, Alicin Manastırı.

O gün elime geçen bir gazete küpüründe  Kızılcahamam’da bulunan  Sümela benzeri, “Alicin Manastırından” bahsediliyordu(http://www.ilgazetesi.com.tr/2012/04/18/sumela-manastirinin-bir-benzeri-de-ankarada-kesfedildi/0126381) . Aslında yaşadığımız bölgeleri ne kadar gezmeye çalışsak da uzaktaki yerler kadar farkına varamıyor muyuz bilmem ama içimden görmek geçti orayı.
Belki de ben karıştırıyorumdur fakat   daha önce  yakınlarından  geçmiş , merak etmeme rağmen görememiştim oradaki hem  kale hem de manastırı .
Tesadüf bu ya, o sırada gelen e-posta(Gökhan Koçak) , o haftanın rotasını Kızılcahamam-Çeltikçi, Asartepe, Ağşar kalesi ve Alicin Manastırı olarak veriyordu. Hem daha önce yürümediğim .Bu fırsatı değerlendirme kaçınılmazdı.
Sabah aracın yanına vardığımda, katılımı  5-6  kişi diye beklerken sayı,  Barış’ın  fotoğrafcı grubuyla da  30’u bulmuştu.
Kızılcahamam yolu ile vardığımız Çeltikçi üzerinden yukarı doğru çıkarak Kurumcu yolunun geçtiği  plat, yürüyüş başlangıç noktamızdı. Hava kısmen bulutlu gibi gözükse de güneş sıcaklığını hissettiriyordu.  Bu nedenle  kıremlenip , şapkalarımızı taktıktan sonra Gökhan’ın da yardımı ve kontrolü ile toparlanıp yola koyulduk. Barış’ın Fotoğraf grubu,  kendi  planlarını uygulamak üzere bizden ayrıldı.
Baharın sonu, yazın başı olan  bu  zaman, burası için belki de en iyi  dönemdi. Etraf dümdüz görünüyordu galiba,  sonra ilerledikçe aşağdaki Çeltikçi kanyonu(vadisi) , ilginç ve görkemli kayalıkları ile biraz daha belirginleşmeye başladı.
Başında  Gökhan’ın verdiği bilgilerden çok anlamasak da sonrasında, gördük ki parkur  biraz çaba gerektiriyordu ama (zorluk :3) keyifli ve bol iniş çıkışlıydı.  Başlangıç noktasından itibaren, oldukça şanslı olarak (tam tanımıyorum ama) bir gün önce Prof.Dr. Mecit Vural hocadan dinledigim Ankara’da son 10 yıldaki  botanik keşiflerinin  çoğunu bu alanda görme fırsatım oldu belki de diye düşünüyorum. Bir de Mecit hoca orada  olsaydı !
Geriden çok anlaşılmayan görüntü,  platonun kenarına geldiğimizde Çeltikçi vadisi  tüm görkemi ile ayaklarımızın altında uzanıyordu.  Biraz  önümüzde giden sürünün peşinden biz de aşağıya doğru inmeye başladık.

Vadi gerçekten çok güzel ve ilginçti; enteresan yapılı  kayalıkları, bitki örtüsü ve arkeolojik (arkeolojik ve jeosit)  yapısı ile dediğimiz gibi  özellikle bu mevsimde için güzel bir parkurdu.

Aşağı  inişi biraz tırmanma izledi, ta ki yine bir yüksekliğin kenarındaki kayalıklara gelinceye kadar. Burası, soğuk değil sıcak kanlı canlılar olsak da ve  5 dakika için de olsa serilmek için idealdi ve öyle de yaptık. Herkes bir kayaya yapıştı;kimi bir şeyler yerken kimi seyre daldı çevreyi. Bu arada grupta önceden bildiğim birkaç kişiyi  görmek de keyifli idi; Onlardan biri olan Doruk’la bir süre meslek işler üzerine sohbet ederek gelmiştik bu kayaya kadar.   Bu arada yol boyunca sohbet ettiğimiz genç arkadaşımız Sertaç yeni aldığı SLR makinasını denemenin keyfini  yaşıyor gibiydi. Sürekli fotoğraf, video çekti durdu çeşitli noktalarda.
Mola sonrası,  rotanın  en yüksek noktası olan Asar (yoksa Ağşar mı?) tepeye doğru tırmanışa geçtik.    Aslında bu noktalar durup çevreyi incelemek için en iyi noktalardı ama bir taraftan fotoğraf çekip  bir taraftan çevreyi incelerken bir de grubun en antremansızlarından biri olunca  hep geride kalıp bu seyir,  keyif alemlerinin yeterince tadını çıkaramadım sanırım(kaça bölünsem bilmem).  Tepeye varında (… m )şöyle dört bir tarafa bakıp grubun gittiği taraf doğru döndüm. Asar  tepe,  ovaya doğru bakan yamacındaki eski bir kubbemsi yapı ile bizi karşıladı (Ağşar kalesi üst kulesi diye geçiyor bir kaynağa göre(google earth’de))  . Burası ne idi, kimlerden kalmıştı bilmiyorum ama benzer bir yapıyı yaklaşık 1 ay önce çıktığım Kozan(Adana)  kalesinde de görmüştüm en son.

Kalıntı , yine tepenin  aşağı doğru inen bir yamacında idi fakat  dipte  uzanan ova ve koca kayalıklar, yapının sağına soluna geçtikçe kah esen, kah sıcaklaşan hava ile ilginç bir yerdi. Bu ilginç ve güzel ortama adaşı  Nazım Hikmet’in ölüm yıldönümü  olması nedeni ile yine tanıdık yüzlerden olan  Nazım (Ata) Bey’in okuduğu Nazım şiirleri ayrı bir tat kattı ve onu anmış olduk bu yer yer okunan şiirlerle...

Faslın da ardında  yüksek bir tepenin doruklarına kurulmuş  olmasına rağmen, Asar tepeden epeyi aşağıda kalmış Ağşar kalesi, diğer bir adı ile Gavur kalesine doğru  inişe geçtik.  Çevrede çok güzel, otantik yapıdaki evlerden oluştuğunu tahmin ettiğimiz , her biri bir çerçeveden fırlamışçasına duran en az 5-6 köy (Kurumcu,Adaköy, Kalemler, Kuşçuören, Kızık,Yakakaya)  göze çarpıyordu; ayrıca dağların ardında Çamlıdere baraj göleti de.

Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyordum ama bu arada grubu kaçırıyordum o başka. İlgiç bir böcek- bitki- gökyüzü fotoğrafı ardından gözden kaybolan grubun peşinden koştururken, yeni bir, uçurumun kenarındaki  kayalık uç  ve üzerinde yandan inmemi işaret eden uzaktaki silüet ardından Ağşar kalesi ve tek sıra halinde  Gökhan’ın peşinden giden grubu  gördüm. 

Grubun kaleye çıkışı görülmeye değer ve tam fotoğraflıktı. Nitekim de demin bana işaret eden siluet ki bu Vedat Bey’di galiba  bunu geride kalıp fotoğraflamaya çalışıyordu. 
 Kale yine yüksek bir tepenin, kayalık kısmına kurulmuş ve ilginç jeolojik tepe uçları ve yollarının birleşimimde yer alıyordu. Öyle ki benim için, özellikle de grubun gerisinde kalınca, elimdeki  batonlar nedeni ile(kayalara tırmanırken lazım olan ellerimden dolayı) ,  kalenin üstüne varmak biraz zorca oldu; bir de yükseklik korkusu eklenince..

Nitekim tepeye vardığımda, diğerleri  topluca fotoğraf çektirip bir kısmı öğle yemeği için oraya yerleşirken, diğer kısmı kafalarına biraz gölge yer bulmak için aşağılara doğru iniyorlardı. Ben de 2-3 fotoğraf çekip aşağıya doğru daha kolay olan yoldan inmeye başlarken, yol boyunca kayalıklarda yer edinmiş ve yemek faslına geçmiş  arkadaşlar vardı, Üsttekilerin de vakit kaybetmeme yönündeki  uyarısı ile gölgeye varamadan, ben de yüksekçe bir noktada yer edindim kendime. Ama yemeğin sonuna doğru yanmaya başlayınca kendimi zor attım bir çalının dibine. Hani buralarda öyle çok da çalı olmayınca diğerlerinin açtığı bir yere sığındım artık.  Yemek sonrası Nazım Bey bir şiir faslı da burada yaptı. Etrafta sarı kantaronlar, bazı çalı tipli bitkiler ve adını bilmediğim çiçekli bitkiler yer alıyordu. Bunları tanıyamamak, jeolojik yapıyı açıklayacak birini bulamamak biraz üzücü idi benim için.
Kanımca yürüyüşün en zor kısmı ne yaklaşık 70 derece  gibi tırmanılan Asar tepe, ne tepedeki  Ağşar Kalesi ,ne de sonrasındaki kısımdı;  en zor kısmı oldukça kaygan bir kırmızı toprağa sahip zeminden  İniş oldu. Buradan düşe kalka aşağı doğru yol aldık. En dipte, vardığımız  Alicin Deresi (daha sonra başka küçük derelerin de katılımı ile Kirmir çayına dönüşüyormuş) ve Çeltikçi diye geçen ve tahminen demir içerikli ilginç kayalardan oluşan vadi gerçekten pek çok yönü ile görülmeye değer bir yerdi. İnsan Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi burada,  da bu toprakların ne kadar güzel ve çok yönlü zengin içeriği olduğuna  kez daha şahit olmakta. Ah bir de değerini bilebilsek ve değerini bilmenin “Bütün sularımız boşa akıyor ”” gibi bir mantıkla yapılamayacağını kavrayabilsek. ( Bir an yıllar önce bir başka yürüyüşteki görüntü geldi gözümün önüne; beki de ben bu manastırı daha önce görmüştüm ama farklı bir açıdan)
Ağşar kalesinin kimden kaldığını,  kaç yüzyıllık olduğunu bilmediğim tuğlalarının, kalenin parçalanan toprağı ile birlikte aşağılara, eteklere doğru eriyip aktığını görünce içimin nasıl sızladığını siz tahmin edin. Üstelik Kızılcahamam Belediyesi buraları bir anlamda tanıtıma geçmişken. Umarım bu güzel miraslar bir an önce onarılır ve doğal dokusu içinde zenginliklerimize katılır.
Alicin deresine, tepeden aşağı, büyüğüne kavuşmak için akan küçük bir derenin  yatağında,  bazen kenarından  suda kayganlaşmış , bazense kuruyup kalmış  kayalara basarak, cinslerini bilmediğim  çalı çırpılara takılarak indik.Çalılar birkaç kez başımdaki örtüyü söktü aldı.  Bu arada, aşağı varmak üzereyken  biraz önümüzde olan  Jak  parmağı ile yukarıyı gösterince , üstten geçen bir kara leyleği (http://tr.wikipedia.org/wiki/Kara_leylek ) görme şansını kaçırmayacak kadar şanslıydık. Alt kısmı beyaz olan siyah vucudu ve siyah kanatları ile bizi selamlayıp ğeçip gitti (http://www.deretepeduz.com/yazi/kara-leylek---murat-soydas) . Daha önce de konakladıkları ağaçlarda görme fırsatım olmuştu onları ve bölgede yaşadıklarını biliyordum. En son bir gün önce dinlediğim ODTÜ Biyolojiden Can Bilgin’in anlatımında da vardı zaten. (Ah şu bozkır Ankarası, neler neler saklıyor meğer de…Can hoca’nın dediği gibi :”Her an bizi bir başka görüntü ile şaşırtıyor)

Nihayet aşağıdan sesi gelen , o Alicin deresine inmiştik inmesine ama dere öyle üstten atlayabileceğimiz cinsten değildi;   Ne yapalım, dize kadar olmasa da   daldık içine..Hem de  bir değil üç kez.  Ama,inişli çıkışlı bu  yürüyüşün ardından ayakları serin sulara daldırınca, herkes bir “oh!” demedi  de değil..Öyle ki bazıları kendini alamayıp,  diğerleri moladayken, uzun süre suda dolaşıp durdu, fotoğraflar çekip etrafı seyretti. Etrafta kurbağalar ötüp, yusufçuklar mavi mavi uçuyordu. Şöyle birini fotoğraf makinası ile yakalayayım dedim ama bu makinayla  ııhh!
 Her bir adımda, su geçirmez botlarımın içindeki  sular,  varc vurc sesler çikararak, inişte iyice kızmış  ayaklara doğal iklimlendirme etkisi yapıyordu. “Bu su geçirmez botları içerden dışarı , böyle de denemek varmış” demeden edemedim.
Son su geçişimizin ardından çayın  kenarında Nazım Bey, yine  Nazım’ın  hayatın bir anının  sudaki  yansımasını, bir ömrü kavrayışla  anlatan   “Çınar, güneş, kedi ve  ben” şiirini okudu.
O okurken bir an yaşam çizgisini gözden geçirip gelmedik değil; termosta getirdiğimiz  çayları da yudumlarken tabi.
Tekrar yola koyulduk;  bu sefer  önümüzde çakşırlı dik bir yokuş vardı; bu son zorlu nokta diyip bir gayretle, o taa yukarılardan  ince bir çizgi gibi gözüken tozlu  yola varmıştık ki, biraz gidince Gökhan, “Şimdi Alicin Manastırı’nı karşıdan  görmek için bir terasa çıkacağız” dedi.  Eee ne yapalım, ta buraya başta bunun için de gelmemiş miydim ?  çaresiz, bu merakla  devam ettik.
Bu arada yolda bir ara buldukları çok güzel bir tırtılı ortaların alıp inceleyen, seven  gruptan, “bak şımardı” türü yorumlar duymaya başlayınca şımaran tırtılı görmek için içimde bir istek oluştu ise de geri dönemedim.
Çantamı bile aşağıda bırakmadan terasa doğru çıktık, çıktık,çıktık… Kocaman bir kaya oyuğunun yanından geçip sola döndük ve çıkışa biraz daha devam ettik, belli ki burada zaman zaman koyunlar konaklıyordu. Sarp kayalıkların aşağısında oluşmuş doğal bir düzlüğe geldiğimizde aşağıdan gördüğümüz ama tırmanmamız sırasında görülemeyen  Manastır karşımızda tüm güzelliği ile duruyordu.
Ne zamandan kaldığını bilmediğimiz bu kayalara taşlarla örülmüş yapı belki Sümela ile karşılaştıramaz ve de karşılaştırılmamalı idi zira  bu civardaki kültürel  jeositlerden  önemli biri idi ve görülmesi gereken bir yerdi.
 Yukarı çıkarken etraftaki yabani soğanlar, envai çeşit bitki ve böcek, bu doğal habitatlarında, sergiledikleri yaşam seramonileriyle,  tabiatın,  bu mevsimde gözler önüne serdiği zenginliğin bir sergisi gibiydi. Düşünsenize dağlarda gezerken işte hiç bitmeyecekmiş gibi olan lokal ekosistemler sergisini, müzesini  gezer gibisiniz diyeceğim ama biliyorum ki “gibisiniz” lafı burada fazla.İşte yerinde koruma (in-situ) bundan dolayı…Üstelik çevredeki arkeolojik ve jeolojik, jeosit yapılarla tam bir Açıkhava müzesi.   “Doğadaki o yaşamın binbir emeğini, çabasını yerinde gözleyip kavrayabilseniz, masa başında  nasıl kıyarsınız bunlara ?”  diyeceğim, diyemiyorum zira biliyorum ki görmekle kavramak, değerini bilmek  çok farklı. Ah bir de her birinin uzmanlık alanları bunları açıklayabilecek olan hocalarımızla gezme fırsatı bulsa idik buraları( Bu durumda aynı parkur kaç günde biterdi bilmem ama)
Ama bu kadar mı? : Adını bilmediğim( Allahım ne kadar cahilim;öğrenmenin de sonu yok ya… )  kocaman, üstü ilginç biçimde parçalı bir mantar, objektiflere poz verir gibi bekliyordu. Üstte, kayaların doruklarından da yukarıda  yine Jak’ın dürbünle bakıp tanımlaması ile  “sakallı iki akbaba”  dairler çizerken o ulaşılmaz gibi duran yüksekliklerde,  belki de bizi de gözlüyorlardır göz ucu ile.

Manastırın yanına çıkmak zaten gördüğümüz kadarı ile imkansızdı, ama karşı yamaçlarda bunu denemeye çalışan iki kişi de gözden kaçmıyordu.  Onu tam görmek ve iyi fotoğraf alabilmek açısından, tepenin  arkasında kalan güneşin batışına doğru gitmek daha doğru olabilirdi belki ama, zamanlama açısından buna fırsatımız yoktu.

Ağşar kalesinin tepesine doğru  bir ara yalnız kalıp , sesimi kimseye duyurmadığım zaman geçirdiğim ufak bir korku dışında keyifli ve zengin bir parkuru yapmış olduk hep beraber; Ha bir de şu kaygan zemin vardı.

Terastan inip germe hareketlerimizi yapmaya başlamadan önce , o kadar içmemize rağmen bize verilecek en güzel şey  , kaptanın soğuk su ikramı ve ardından onunla da yetinmeyip, hareketleri tamamlayıp  Mavli Eren hayratı olarak yaptırılmış çeşme başında bir su molası idi.  Herhalde bugün 3 lt.. filan içtim  ama çeşme basındaki biz ve yerli halktan oluşan sohbetli kuyruk, onların “ Çok için ama çabuk acıkacaksınız bilin” dedikleri o güzelim buz gibi su ve Ankara’ya dönüşe geçiş(Bir su da Gavur kalesinin altında varmış galiba) . Onlardan ayrılırken, manastırla ilgili söylentiler arasında buranın satılacağı, birilerinin gelip teleferik kuracakları gibi şeyler de vardı. Ne kadar etkili olur bilmem ama “Buraların onların olduğunu, değerini asıl kendilerinin bilmeleri gerektiğini, satmama ve sattırmamanın önemini anlatmaya çalıştım, “Yok sattırmayız, aşağıdaki çeltik tarlaları da tapulu arazilerimiz”dediler ama..!? 

Zuhal Mutlu 05.06.12

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder