6 Haziran 2012 Çarşamba

KIZILCAHAMAM-ÇELTİKÇİ YÖRESİNDE BİR DAĞ YÜRÜYÜŞÜ: Alicin Deresi, Asar Tepe, Ağşar Kalesi, Alicin Manastırı.

O gün elime geçen bir gazete küpüründe  Kızılcahamam’da bulunan  Sümela benzeri, “Alicin Manastırından” bahsediliyordu(http://www.ilgazetesi.com.tr/2012/04/18/sumela-manastirinin-bir-benzeri-de-ankarada-kesfedildi/0126381) . Aslında yaşadığımız bölgeleri ne kadar gezmeye çalışsak da uzaktaki yerler kadar farkına varamıyor muyuz bilmem ama içimden görmek geçti orayı.
Belki de ben karıştırıyorumdur fakat   daha önce  yakınlarından  geçmiş , merak etmeme rağmen görememiştim oradaki hem  kale hem de manastırı .
Tesadüf bu ya, o sırada gelen e-posta(Gökhan Koçak) , o haftanın rotasını Kızılcahamam-Çeltikçi, Asartepe, Ağşar kalesi ve Alicin Manastırı olarak veriyordu. Hem daha önce yürümediğim .Bu fırsatı değerlendirme kaçınılmazdı.
Sabah aracın yanına vardığımda, katılımı  5-6  kişi diye beklerken sayı,  Barış’ın  fotoğrafcı grubuyla da  30’u bulmuştu.
Kızılcahamam yolu ile vardığımız Çeltikçi üzerinden yukarı doğru çıkarak Kurumcu yolunun geçtiği  plat, yürüyüş başlangıç noktamızdı. Hava kısmen bulutlu gibi gözükse de güneş sıcaklığını hissettiriyordu.  Bu nedenle  kıremlenip , şapkalarımızı taktıktan sonra Gökhan’ın da yardımı ve kontrolü ile toparlanıp yola koyulduk. Barış’ın Fotoğraf grubu,  kendi  planlarını uygulamak üzere bizden ayrıldı.
Baharın sonu, yazın başı olan  bu  zaman, burası için belki de en iyi  dönemdi. Etraf dümdüz görünüyordu galiba,  sonra ilerledikçe aşağdaki Çeltikçi kanyonu(vadisi) , ilginç ve görkemli kayalıkları ile biraz daha belirginleşmeye başladı.
Başında  Gökhan’ın verdiği bilgilerden çok anlamasak da sonrasında, gördük ki parkur  biraz çaba gerektiriyordu ama (zorluk :3) keyifli ve bol iniş çıkışlıydı.  Başlangıç noktasından itibaren, oldukça şanslı olarak (tam tanımıyorum ama) bir gün önce Prof.Dr. Mecit Vural hocadan dinledigim Ankara’da son 10 yıldaki  botanik keşiflerinin  çoğunu bu alanda görme fırsatım oldu belki de diye düşünüyorum. Bir de Mecit hoca orada  olsaydı !
Geriden çok anlaşılmayan görüntü,  platonun kenarına geldiğimizde Çeltikçi vadisi  tüm görkemi ile ayaklarımızın altında uzanıyordu.  Biraz  önümüzde giden sürünün peşinden biz de aşağıya doğru inmeye başladık.

Vadi gerçekten çok güzel ve ilginçti; enteresan yapılı  kayalıkları, bitki örtüsü ve arkeolojik (arkeolojik ve jeosit)  yapısı ile dediğimiz gibi  özellikle bu mevsimde için güzel bir parkurdu.

Aşağı  inişi biraz tırmanma izledi, ta ki yine bir yüksekliğin kenarındaki kayalıklara gelinceye kadar. Burası, soğuk değil sıcak kanlı canlılar olsak da ve  5 dakika için de olsa serilmek için idealdi ve öyle de yaptık. Herkes bir kayaya yapıştı;kimi bir şeyler yerken kimi seyre daldı çevreyi. Bu arada grupta önceden bildiğim birkaç kişiyi  görmek de keyifli idi; Onlardan biri olan Doruk’la bir süre meslek işler üzerine sohbet ederek gelmiştik bu kayaya kadar.   Bu arada yol boyunca sohbet ettiğimiz genç arkadaşımız Sertaç yeni aldığı SLR makinasını denemenin keyfini  yaşıyor gibiydi. Sürekli fotoğraf, video çekti durdu çeşitli noktalarda.
Mola sonrası,  rotanın  en yüksek noktası olan Asar (yoksa Ağşar mı?) tepeye doğru tırmanışa geçtik.    Aslında bu noktalar durup çevreyi incelemek için en iyi noktalardı ama bir taraftan fotoğraf çekip  bir taraftan çevreyi incelerken bir de grubun en antremansızlarından biri olunca  hep geride kalıp bu seyir,  keyif alemlerinin yeterince tadını çıkaramadım sanırım(kaça bölünsem bilmem).  Tepeye varında (… m )şöyle dört bir tarafa bakıp grubun gittiği taraf doğru döndüm. Asar  tepe,  ovaya doğru bakan yamacındaki eski bir kubbemsi yapı ile bizi karşıladı (Ağşar kalesi üst kulesi diye geçiyor bir kaynağa göre(google earth’de))  . Burası ne idi, kimlerden kalmıştı bilmiyorum ama benzer bir yapıyı yaklaşık 1 ay önce çıktığım Kozan(Adana)  kalesinde de görmüştüm en son.

Kalıntı , yine tepenin  aşağı doğru inen bir yamacında idi fakat  dipte  uzanan ova ve koca kayalıklar, yapının sağına soluna geçtikçe kah esen, kah sıcaklaşan hava ile ilginç bir yerdi. Bu ilginç ve güzel ortama adaşı  Nazım Hikmet’in ölüm yıldönümü  olması nedeni ile yine tanıdık yüzlerden olan  Nazım (Ata) Bey’in okuduğu Nazım şiirleri ayrı bir tat kattı ve onu anmış olduk bu yer yer okunan şiirlerle...

Faslın da ardında  yüksek bir tepenin doruklarına kurulmuş  olmasına rağmen, Asar tepeden epeyi aşağıda kalmış Ağşar kalesi, diğer bir adı ile Gavur kalesine doğru  inişe geçtik.  Çevrede çok güzel, otantik yapıdaki evlerden oluştuğunu tahmin ettiğimiz , her biri bir çerçeveden fırlamışçasına duran en az 5-6 köy (Kurumcu,Adaköy, Kalemler, Kuşçuören, Kızık,Yakakaya)  göze çarpıyordu; ayrıca dağların ardında Çamlıdere baraj göleti de.

Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyordum ama bu arada grubu kaçırıyordum o başka. İlgiç bir böcek- bitki- gökyüzü fotoğrafı ardından gözden kaybolan grubun peşinden koştururken, yeni bir, uçurumun kenarındaki  kayalık uç  ve üzerinde yandan inmemi işaret eden uzaktaki silüet ardından Ağşar kalesi ve tek sıra halinde  Gökhan’ın peşinden giden grubu  gördüm. 

Grubun kaleye çıkışı görülmeye değer ve tam fotoğraflıktı. Nitekim de demin bana işaret eden siluet ki bu Vedat Bey’di galiba  bunu geride kalıp fotoğraflamaya çalışıyordu. 
 Kale yine yüksek bir tepenin, kayalık kısmına kurulmuş ve ilginç jeolojik tepe uçları ve yollarının birleşimimde yer alıyordu. Öyle ki benim için, özellikle de grubun gerisinde kalınca, elimdeki  batonlar nedeni ile(kayalara tırmanırken lazım olan ellerimden dolayı) ,  kalenin üstüne varmak biraz zorca oldu; bir de yükseklik korkusu eklenince..

Nitekim tepeye vardığımda, diğerleri  topluca fotoğraf çektirip bir kısmı öğle yemeği için oraya yerleşirken, diğer kısmı kafalarına biraz gölge yer bulmak için aşağılara doğru iniyorlardı. Ben de 2-3 fotoğraf çekip aşağıya doğru daha kolay olan yoldan inmeye başlarken, yol boyunca kayalıklarda yer edinmiş ve yemek faslına geçmiş  arkadaşlar vardı, Üsttekilerin de vakit kaybetmeme yönündeki  uyarısı ile gölgeye varamadan, ben de yüksekçe bir noktada yer edindim kendime. Ama yemeğin sonuna doğru yanmaya başlayınca kendimi zor attım bir çalının dibine. Hani buralarda öyle çok da çalı olmayınca diğerlerinin açtığı bir yere sığındım artık.  Yemek sonrası Nazım Bey bir şiir faslı da burada yaptı. Etrafta sarı kantaronlar, bazı çalı tipli bitkiler ve adını bilmediğim çiçekli bitkiler yer alıyordu. Bunları tanıyamamak, jeolojik yapıyı açıklayacak birini bulamamak biraz üzücü idi benim için.
Kanımca yürüyüşün en zor kısmı ne yaklaşık 70 derece  gibi tırmanılan Asar tepe, ne tepedeki  Ağşar Kalesi ,ne de sonrasındaki kısımdı;  en zor kısmı oldukça kaygan bir kırmızı toprağa sahip zeminden  İniş oldu. Buradan düşe kalka aşağı doğru yol aldık. En dipte, vardığımız  Alicin Deresi (daha sonra başka küçük derelerin de katılımı ile Kirmir çayına dönüşüyormuş) ve Çeltikçi diye geçen ve tahminen demir içerikli ilginç kayalardan oluşan vadi gerçekten pek çok yönü ile görülmeye değer bir yerdi. İnsan Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi burada,  da bu toprakların ne kadar güzel ve çok yönlü zengin içeriği olduğuna  kez daha şahit olmakta. Ah bir de değerini bilebilsek ve değerini bilmenin “Bütün sularımız boşa akıyor ”” gibi bir mantıkla yapılamayacağını kavrayabilsek. ( Bir an yıllar önce bir başka yürüyüşteki görüntü geldi gözümün önüne; beki de ben bu manastırı daha önce görmüştüm ama farklı bir açıdan)
Ağşar kalesinin kimden kaldığını,  kaç yüzyıllık olduğunu bilmediğim tuğlalarının, kalenin parçalanan toprağı ile birlikte aşağılara, eteklere doğru eriyip aktığını görünce içimin nasıl sızladığını siz tahmin edin. Üstelik Kızılcahamam Belediyesi buraları bir anlamda tanıtıma geçmişken. Umarım bu güzel miraslar bir an önce onarılır ve doğal dokusu içinde zenginliklerimize katılır.
Alicin deresine, tepeden aşağı, büyüğüne kavuşmak için akan küçük bir derenin  yatağında,  bazen kenarından  suda kayganlaşmış , bazense kuruyup kalmış  kayalara basarak, cinslerini bilmediğim  çalı çırpılara takılarak indik.Çalılar birkaç kez başımdaki örtüyü söktü aldı.  Bu arada, aşağı varmak üzereyken  biraz önümüzde olan  Jak  parmağı ile yukarıyı gösterince , üstten geçen bir kara leyleği (http://tr.wikipedia.org/wiki/Kara_leylek ) görme şansını kaçırmayacak kadar şanslıydık. Alt kısmı beyaz olan siyah vucudu ve siyah kanatları ile bizi selamlayıp ğeçip gitti (http://www.deretepeduz.com/yazi/kara-leylek---murat-soydas) . Daha önce de konakladıkları ağaçlarda görme fırsatım olmuştu onları ve bölgede yaşadıklarını biliyordum. En son bir gün önce dinlediğim ODTÜ Biyolojiden Can Bilgin’in anlatımında da vardı zaten. (Ah şu bozkır Ankarası, neler neler saklıyor meğer de…Can hoca’nın dediği gibi :”Her an bizi bir başka görüntü ile şaşırtıyor)

Nihayet aşağıdan sesi gelen , o Alicin deresine inmiştik inmesine ama dere öyle üstten atlayabileceğimiz cinsten değildi;   Ne yapalım, dize kadar olmasa da   daldık içine..Hem de  bir değil üç kez.  Ama,inişli çıkışlı bu  yürüyüşün ardından ayakları serin sulara daldırınca, herkes bir “oh!” demedi  de değil..Öyle ki bazıları kendini alamayıp,  diğerleri moladayken, uzun süre suda dolaşıp durdu, fotoğraflar çekip etrafı seyretti. Etrafta kurbağalar ötüp, yusufçuklar mavi mavi uçuyordu. Şöyle birini fotoğraf makinası ile yakalayayım dedim ama bu makinayla  ııhh!
 Her bir adımda, su geçirmez botlarımın içindeki  sular,  varc vurc sesler çikararak, inişte iyice kızmış  ayaklara doğal iklimlendirme etkisi yapıyordu. “Bu su geçirmez botları içerden dışarı , böyle de denemek varmış” demeden edemedim.
Son su geçişimizin ardından çayın  kenarında Nazım Bey, yine  Nazım’ın  hayatın bir anının  sudaki  yansımasını, bir ömrü kavrayışla  anlatan   “Çınar, güneş, kedi ve  ben” şiirini okudu.
O okurken bir an yaşam çizgisini gözden geçirip gelmedik değil; termosta getirdiğimiz  çayları da yudumlarken tabi.
Tekrar yola koyulduk;  bu sefer  önümüzde çakşırlı dik bir yokuş vardı; bu son zorlu nokta diyip bir gayretle, o taa yukarılardan  ince bir çizgi gibi gözüken tozlu  yola varmıştık ki, biraz gidince Gökhan, “Şimdi Alicin Manastırı’nı karşıdan  görmek için bir terasa çıkacağız” dedi.  Eee ne yapalım, ta buraya başta bunun için de gelmemiş miydim ?  çaresiz, bu merakla  devam ettik.
Bu arada yolda bir ara buldukları çok güzel bir tırtılı ortaların alıp inceleyen, seven  gruptan, “bak şımardı” türü yorumlar duymaya başlayınca şımaran tırtılı görmek için içimde bir istek oluştu ise de geri dönemedim.
Çantamı bile aşağıda bırakmadan terasa doğru çıktık, çıktık,çıktık… Kocaman bir kaya oyuğunun yanından geçip sola döndük ve çıkışa biraz daha devam ettik, belli ki burada zaman zaman koyunlar konaklıyordu. Sarp kayalıkların aşağısında oluşmuş doğal bir düzlüğe geldiğimizde aşağıdan gördüğümüz ama tırmanmamız sırasında görülemeyen  Manastır karşımızda tüm güzelliği ile duruyordu.
Ne zamandan kaldığını bilmediğimiz bu kayalara taşlarla örülmüş yapı belki Sümela ile karşılaştıramaz ve de karşılaştırılmamalı idi zira  bu civardaki kültürel  jeositlerden  önemli biri idi ve görülmesi gereken bir yerdi.
 Yukarı çıkarken etraftaki yabani soğanlar, envai çeşit bitki ve böcek, bu doğal habitatlarında, sergiledikleri yaşam seramonileriyle,  tabiatın,  bu mevsimde gözler önüne serdiği zenginliğin bir sergisi gibiydi. Düşünsenize dağlarda gezerken işte hiç bitmeyecekmiş gibi olan lokal ekosistemler sergisini, müzesini  gezer gibisiniz diyeceğim ama biliyorum ki “gibisiniz” lafı burada fazla.İşte yerinde koruma (in-situ) bundan dolayı…Üstelik çevredeki arkeolojik ve jeolojik, jeosit yapılarla tam bir Açıkhava müzesi.   “Doğadaki o yaşamın binbir emeğini, çabasını yerinde gözleyip kavrayabilseniz, masa başında  nasıl kıyarsınız bunlara ?”  diyeceğim, diyemiyorum zira biliyorum ki görmekle kavramak, değerini bilmek  çok farklı. Ah bir de her birinin uzmanlık alanları bunları açıklayabilecek olan hocalarımızla gezme fırsatı bulsa idik buraları( Bu durumda aynı parkur kaç günde biterdi bilmem ama)
Ama bu kadar mı? : Adını bilmediğim( Allahım ne kadar cahilim;öğrenmenin de sonu yok ya… )  kocaman, üstü ilginç biçimde parçalı bir mantar, objektiflere poz verir gibi bekliyordu. Üstte, kayaların doruklarından da yukarıda  yine Jak’ın dürbünle bakıp tanımlaması ile  “sakallı iki akbaba”  dairler çizerken o ulaşılmaz gibi duran yüksekliklerde,  belki de bizi de gözlüyorlardır göz ucu ile.

Manastırın yanına çıkmak zaten gördüğümüz kadarı ile imkansızdı, ama karşı yamaçlarda bunu denemeye çalışan iki kişi de gözden kaçmıyordu.  Onu tam görmek ve iyi fotoğraf alabilmek açısından, tepenin  arkasında kalan güneşin batışına doğru gitmek daha doğru olabilirdi belki ama, zamanlama açısından buna fırsatımız yoktu.

Ağşar kalesinin tepesine doğru  bir ara yalnız kalıp , sesimi kimseye duyurmadığım zaman geçirdiğim ufak bir korku dışında keyifli ve zengin bir parkuru yapmış olduk hep beraber; Ha bir de şu kaygan zemin vardı.

Terastan inip germe hareketlerimizi yapmaya başlamadan önce , o kadar içmemize rağmen bize verilecek en güzel şey  , kaptanın soğuk su ikramı ve ardından onunla da yetinmeyip, hareketleri tamamlayıp  Mavli Eren hayratı olarak yaptırılmış çeşme başında bir su molası idi.  Herhalde bugün 3 lt.. filan içtim  ama çeşme basındaki biz ve yerli halktan oluşan sohbetli kuyruk, onların “ Çok için ama çabuk acıkacaksınız bilin” dedikleri o güzelim buz gibi su ve Ankara’ya dönüşe geçiş(Bir su da Gavur kalesinin altında varmış galiba) . Onlardan ayrılırken, manastırla ilgili söylentiler arasında buranın satılacağı, birilerinin gelip teleferik kuracakları gibi şeyler de vardı. Ne kadar etkili olur bilmem ama “Buraların onların olduğunu, değerini asıl kendilerinin bilmeleri gerektiğini, satmama ve sattırmamanın önemini anlatmaya çalıştım, “Yok sattırmayız, aşağıdaki çeltik tarlaları da tapulu arazilerimiz”dediler ama..!? 

Zuhal Mutlu 05.06.12

16 Ocak 2010 Cumartesi

ÇOK ALIŞILDIK BİR KAVAK KESİM HİKAYESİ

(Bu olay tamamı ile gerçektir).


Zannedersem yaklaşık bir ay önce idi; o gün araba ile işe gidiyordum. Geçtiğim yol üzerinde bulunan fırından ekmek almak üzere kenara yanaşıp durmuştum ki yaklaşık 1-1.5 m ilerideki kavağın üzerinde birilerinin ellerinde testere ile dalları tek tek kestiğini ve aşağıda da ufak bir kalabalığın toplandığını gördüm.

Olay sırasını şu an tam hatırlayamadım nedense ama, gruptan birileri bana seslenerek, “arabanızı alın oradan ağaç oraya düşecek” dediler. Şansa bakın 2 dakikalık durmak için bile tam da arabayı nereye park etmişim! Ben kavağı buduyorlar mı kesiyorlar mı acaba soruları sorarken gelen bu açıklama cevabı da veriyordu tabi.

Ağacın yakınında görevli olduklarını anladığım kişilere giderek ağacı neden kestiklerini sordum. Bana, ileride takım elbise giymiş düzgün giyimli birini göstererek “bakın müdürümüz orada, gidin ona sorun” dediler.

Gösterilen kişinin yanına giderek kim olduğunu ve aynı soruyu ona da sordum. Karşıdaki B.Ş.B.Koruma Dairesinde ilgili birim müdürü olduğunu söyleyerek bilinen bütün bilindik gerekçeler sıralandı. Ben “biliyorum neden kestiğinizi ama valilikçe çıkarılan o genelge,yazı yanlış ve gerekçeler doğru değil dedim” . Müdür, “hayır öyle bir yazı ve genelge yok” dedi ısrarla .

Ona yazı ve gerekçelerin yanlışlığını anlatmaya ve bu işin genelde birinin şikayeti ile olduğunu ve kimin şikayet ettiğini söylemesini rica ettim. Bana, şikayet yok” dedi.Tam bu sırada bir bey gelerek o da benim söylediklerimin yanlışlığı konusunda beni ikna etmeye ve hatta sesini yükselterek baskıya başlamasın mı! ….

Bu durumu önlemek için müdürle diğer tarafa geçtiğimizde bu bey de peşimizi bırakmayıp önce biraz söylemlerine devamla bizi takip etti ama… Ben müdüre, “ağacın riskli taraflarını varsa, gözden geçirip budamalarını söyledim. Müdür, “ bakın ben ziraat mühendisiyim, ağaç gerçekten kurumuş, bizde aslında ağaçları kesmeye değil korumaya çalışıyoruz…” şeklinde uzunca bir konuşma yaptı. Bu arara hemen oradaki bir apartman sakini olduğunu anladığım bayan, lütfen inanmayın…, bakın şuradaki akasyaya zarar vermeyin, ona ben her gün çok dikkatli bakıyorum” demeye başladı. Müdür de “o ağaçla ilgili de elektirik idaresi ile sorun var” dedi. Oysa asıl kalkması geren artık yer altından gitmesi gereken elektirik telleri idi. Bu arada ben, kavakla ilgili olanları vs. belediyelerle görüşmeleri vs. anlatırken, önce çok rahat ve gözü kapalı cümleleri sıralayan müdürdeki biraz huzursuz durum gözümden kaçmadı. Biraz önce bana bağıran ve tehdit eden bey ise gelip özür dileyerek, “ben de önce durdurmaya çalıştım aslında …” dedi. Şikayeti eski muhtarın oğlu olduğu ve kavağın hemen arkasındaki dükkanda berberlik yapan kişin yaptığı söylendi. O kişi ise bunu reddetmekle beraber çevresindeki bazı destekçileri ile beraber …. İstediğiniz kadar o ağacın aslında onların sağlık güvencesi olduğunu anlatmaya çalışın nafile..

Ben ne yaparsam yapayım o güzelim kavak, incelemeye bile fırsat bulamadan bir anda önce o akasyanın üzerine sonra da boylu boyunca bizim tarafa doğru devrildi.Tabi ben de bu arada arabayı çekmiştim.

Gitmeden önce müdüre de adını sordum ve artık söylenilecek söz ve yapacak bir şey kalmadığından, ben ve o ağacın arkasından gerçekten üzülen duyarlı ve kızgın, kırgın, 1-2 insan bırakarak oradan ayrıldım.

İnternetten biraz araştırdığımda, kendini ağacı inceleyerek, kurumuş olduğundan vs. bir ton gerekçe ile uzman, ziraat mühendisi olarak tanıtan kişinin Anadolu ün. İşletme (Yani anladığım kadarı ile açık öğretim) mezunu olduğunu ve görevinin de gerçekten müdür olduğu gördüm.

Hatta kendisine telefon açarak A.Ü.Açık öğretimin ne zamandan beri ziraat mühendisi mezun etmeye başladığını da sormak istedim ama…

Sonuç olarak yetkili makama getirilen insanların vatandaşı her yönden ne yerine koyduğunu idi.

Akşam oradan geçerken de o akasya ağancın da tamamı ile üst dallarının kesildiğini gördüm.

Artık her geçişte orada olmayan kavak yine de gözüme çarpıyor ve onun için bir şey yapamadığıma üzülüyorum. Bu tek kavak için değil, yeşile, doğaya, korunması gerekenlere karşı yapılan ve kendi değerlerini göz göre göre kendi elleri ile yok eden veya seyirci kalan bilinçsiz kesime karşı duyulan bir üzüntü aynı zamanda.

Z.M. 16.01.2010

20 Kasım 2009 Cuma

KAVAKLAR HAKKINDA :

A. Şehirlerimizde KAVAK  kalmadı ama hala kavaklarla ilgili yanılgı ve sonuçları devam ediyor. Bu nedenle burada konu ile ilgili gerekli bilgi linklerini zamanla oluşturmaya çalışacağım.  Z.M.  20.11.2009

1. Başında kavak yelleri esenlerin kavak takıntısı   -                 Prof.Dr.Miktad Kadıoğlu  (Hürriyet Arşiv)
 
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=227809&yazarid=109

2.Kavakçılık ve Hızlı Gelişen Orman Ağaçları Araştırma Müdürlüğü görüşü:

http://www.kavak.gov.tr/turkce.html

3. Yaptığımız araştırma sonucu elde ettiğimiz bazı bilimsel araştırmalar ve bu araştırma ve  verilere de  dayalı  görüşlerimizden den örnekler  : ( Bu bilgiler Ankara içinde gerçekleştirilen bir kaç seminerde de anlatılmıştır)


"Kısaca özetlediğim gelişmelerden anlaşıldığı gibi kavaklarla ve polenlerle ilgili pek çok bilginin doğru olmadığı anlaşılmaktadır . Daha doğrusu buna bilgi değil , başka bir şey dense yeridir . Doğru ve yeterli bilgi olmayınca , alınacak kararların isabetli ve doğru olması beklenemez . Yanlış kararların sonuçlarının neler olacağını , yaratacağı yıkımları hepimiz kestirebiliriz . Konu ile ilgili olarak , yeterli bilgi edinmeden ve bütün boyutları hesaba katılmadan ; karar alınması ve uygulamaya konulması üzüntü vericidir .Kavak ve polen ile ilgili doğrulara kısaca değinecek olursak .

1) Kavak poleni olarak bilinen ve pamukçuk olarak da adlandırılan nesne , kavağın tohumlarından başka bir şey değildir . Yanlış olarak polen diye nitelendirilmektedir .

2) Kavak ağaçlarında polenlerin üretildiği kısımlar ; ağaçların erkek çiçekleridir . Başka bir anlatımla sülükleridir . Erkek çiçekler yalnızca erkek bireylerde bulunduğundan , bu bireyler dikilmediğinde sorun ortadan kalkar . Yakınmalar polen değil de pamukçuklardan kaynaklanıyorsa , o zaman dişi bireyleri dikmemek soruna çözüm olabilir .

3 ) Kavaklar rüzgarla tozlaşma yaptıklarından ( anemogami ) erkek çiçekleri ile çok polen üretirler . Ancak baharın başlangıcında ve havalar fazla ısınmadan polenler havaya bırakılır . Yapılan araştırmalarda ; polenlerin serin havalarda daha az , sıcak havalarda daha fazla allerjik etkilerinin olduğu saptanmıştır .

4) Prof . Dr . Sadık ERİK ile Prof . Dr . Cahit DOĞAN ‘ ın yaptıkları araştırmalarda ; alerjen bitkiler sırlamasında kavakların epeyce gerilerde bulundukları belirtilmektedir . İlk sırada buğdaygiller ( % 16.2 ) , ikinci sırada kazayağıgiller ( tuzcul bitkiler % % 7.5 ) , üçüncü sırada ayçiçeğigiller ( % 9.9 ) , dördüncü sırada kozalaklı bitkiler ( çam , göknar , ladin , ardıç , mazı vs . ile % 7.7 ) beşinci sırda kavak söğütler bulunduğu aile % 5.9 ) ve altıncı sırada gülgillerin ( % 4.6 ) yer aldıkları saptanmıştır . Sıralama türler düzeyinde yapılacak oursa ; kavakların çok geri sıralarda yer tutacağı rahatlıkla anlaşılır .

5 ) Ankara düzeyinde yapılan , atmosferdeki polen konsantrasyonu çalışmalarından , kavak ve söğüt ağaçlarının geri sıralarda bulunduğu anlaşılabilmektedir .

6) Havadaki polen yoğunluğunun en çok olduğu dönem nisan-haziran dönemidir .Bu dönemde alerjik olayların sayısında artışlar olur . Kavak , söğüt , fındık , çınar gibi ağaçlar bu dönemden önce çiçeklendikleri için daha az toksik polen yaymış olurlar .

Solunum , sindirim ve deri yolu ile insan vücuduna giren polenlerin ,lokal lenf modüllerini uyarması ortaya çıkan duruma alerji denmektedir . Polenlerin alerjiye yol açabilmeleri için ortamda yeteri kadar bulunmaları , ( 1 metreküp havada 50 ‘ geçmelidir ) antijenik gücünün fazla olmaları , polenlerin küçük , kuru ,yuvarlak olmaların gerekmektedir . Kuru havalarda sabahın erken saatlerinde ortamdaki polen sayısının artış gösterdiği bilinmektedir .

4. Yine kavagin alerji yapip yapmadigi ile ilgili Ankara Universitesi Tip Fakultesi. Dermatoloji bolumunden sn. Prof.Dr. Zeynep Misirligil'in ekibi tarafindan allerjik hastalar uzerinden bir calisma yapilmistir : sonuc, gercek polen gorulme mevsiminde asil allerji nedeninin farkli oldugu ve agirlikta kavagin sucsuz oldugudur .

5. Başka bir kaynak : Türkiye Ulusal Allerji ve Klinik Ümmünoloji Derneği tarafından yayınlanmış olan araştırmaya göre ( Çocuklarda Kavak Poleni Allerjisi Sanıldığı Kadar Çok mu? -M.R.Cegizlier-E.Dibek Mısırlıoğlu) :    Özellikle 53. ve 54. sayfalarda sonuç ve özeti bulabilirsiniz.

 http://www.aai.org.tr/managete/UploadedFiles/%202005-02/52_55.pdf
Bu calismada toplam alerjiler icinde gercek kavak( populus alba) alerjisi orani( sanıldığı gibi pamukcukların uçtuğu  mevsimde degil baharin erken donemlerinde gorulur) %6.5 bulunmus olup  asil suclulara(!!)  ise arastirmada yer verilmiştir.

6. Bir başka görüş yazısı:

http://www.bahcesel.com/index2.php?option=com_content&do_pdf=1&id=1633


Not: Bu konu ile ilgili bölüm daha da geliştirilmeye çalışılacaktır. Yurt içi veya dışı önemli ve paylaşmak istediğinin kaynak olursa lütfen paylaşın.  (zuhalmutlu@yahoo.com)

7. Fuat Kalyoncu'nun açıklaması :
http://www.kenthaber.com/Haber/Genel/Normal/polen-alerjisinde-kavak-agaci-masum-cikti/4779be02-8bee-4ab4-933d-f5957ed1ecd0

31 Ağustos 2009 Pazartesi

ANAHTAR VE DÜNYA

Ne derece önemlidir bilir misiniz anahtarlar? Ufacık bir anahtar, o kocaman ağır kapıları açar ve o kapıların ardındaki dünyaya ulaştırırlar sizi.
İşte bilgi de farklı bir dünyaya giriş kapısını açan anahtardır aslında . Eğer farkında isek, attığımız her adım öğrenmek için bir araçtır aslında ve attığımız er adım bir anahtar sağlar farklı kapılar için.
Yaşam belki de bu yolla yavaş yavaş erdiğimiz farkındalıkların bütünüdür. Var olan temellerimiz üzerine bebeklikten başlayarak oluşan ve içselleştirdiğimiz  dağarcık bize o andaki dünyamızı sağlar. O dünya da diğer dünyalara açılır ve toplum aslında bizlerin dünyalarından oluşan bir bütündür.
Bizler eğer istersek tek tek elimizdeki anahtarlarla pek çok kapının açılmasını sağlayabilir ya da bütün kapıları kapalı tutabiliriz. Anahtarlar çoğaldıkça o toplum birbirine daha açık, daha çözümcü, daha insanca ve daha yaşanabilir bir yer haline gelir; ancak bunun için doğru anahtarı edinebilmemiz ve doğru kapıya yönelmemiz gerekmektedir.
Zuhal Mutlu
31.08.09

30 Ağustos 2009 Pazar

ANKARA’DA BİR PARK, KUĞULU

Ankara’da olup da Tunalıyı bilmeyen var mıdır diye soracağım ama içimden bir ses üzülerek bazı kesimlerin buraları bilemeyeceğinden bahsediyor bana. Tunalı ismini bilmeyen varsa bile Kuğulu parkı bilen sayısının bazı düşüncelerime dayanarak daha fazla olabileceğini düşünüyorum.
Tunalıya uğradığımda genelde yolumu mutlaka Kuğuludan geçiririm; ya şöyle bir taraftan girip öbür taraftan çıkarım ya da aynı yolu oraya düşen pek çok kişi gibi biraz banklarda bir nefes aralığı veririm.
Yeşil oranı en fazla(!) olarak geçen kentlerden biri olarak Ankara’da toplam kaç park var bilmiyorum ama ne olursa olsun Kuğulu’nun tüm parklar içinde özel bir yeri olduğunu sadece ben değil onu tanıyan herkes bilir.
Kuğulu, sadece bir park değil aynı zamanda bir simge haline de gelmiştir Ankaralılar için.
Parkın bulunduğu Kavaklıdere semti adını, zamanında buradan geçen dere ve etrafındaki kavaklardan almıştır. Günümüzde Kuğulu park çevresindekiler haricinde o kavakların son temsilcilerini bile artık görmek mümkün değildir. Oysa bir semt için onun simgesi olan bir değeri korumak ne derece önemlidir!
Bizdeki park anlayışının tersine, park denince insanı, ruhuna yolculuğa çıkaracak, kendini ve şehri unutup bilinçaltında da olsa doğaya döneceği bir ortam gelir aklıma; o büyük şehrin keşmekeşinden kaçıp bir an da olsa her şeyi unutabilmelidir orada insan.
İşte bu nedenledir ki parklar birer doğal kır, orman, köy havasını taşımalıdır kanımca. Şehrin nefesi, ruhudur onlar aslında. Oraya girdiğinizde rastlayacağınız şey kesinlikle beton, gürültü, duman, yapay ortamlar değil tam aksine sessizlik, huzur, sükunet olmalıdır. Adımınızı attığınızda, uzaktan gördüğünüzde hatta o ortamı düşündüğünüzde sizi başka bir hava sarmalıdır o yerde. Yaşı sayamayacağınız kadar büyük olan ağaçlar, doğala benzer büyük bir göl, doğadan kopup gelen pek çok canlı çeşidi ve doğal gezinti, spor yolları karşılamalıdır sizi. Üstelik o doğa parçası sizin doğanızdan bir parça olmalıdır, başkasının doğasından koparılıp büyük bedeller ödenerek getirilmiş canlı, cansız parçalar değil. Oradaki ağaçlar sizin dağlarınızın ağacı, çiçekler sizin ovaların çiçekleri, hayvanlar kendi canlılarınız olmalıdır.
Oraya adım attığınızda, gölün kıyısında çimlere oturup elinize bir kitap aldığınızda, o toprak yollarda şöyle bir saat kadar yürüyüş yapıp ya da koştuğunuzda veya bir banka oturup sizin gibi bir park sakini ile sohbete başladığında tüm yorgunluğunuzun gittiğini hissetmelisiniz. Orada oturup saatlerce kendinizle kalmış gibi olabilmelisiniz. (Buna istemsiz dikkat yöneltme deniliyor; insan doğaya çıktığında veya hoşuna giden bir şey karşısında beynin istem dışı yönelimi ve yüklerden kurtulması ile rahatlıyor. )
Yine çocuklar ve yaşlılar için de parkların ayrı bir önemi vardır kanımca. Orada öğrenir çocuklar kendileri ile tanışmayı, koşup sınırsızca oynamayı ve gittikçe toplumumuzda yalnızlaşan yaşlılar da yalnızlıklarını giderecek bir arkadaş bulmayı.
İşte kuğulu park, o koskoca şehrin ufacık bir parçasına sıkışmış ve sıkıştırılmaya çalışılan bir ortam olarak Ankara parkları içinde az da olsa, taşıdığı değerlerle bunu bir parça taşır gibi. Yanındaki çocuk bahçesi ile birlikte bence en çok küçük çocukların parkıdır orası.Ama yine de banklarda oturmuş pek çok yalnız insan, eş ve sevgiliyi görebilirsiniz orada. Hatta yıllardır rastlamadıklarınıza bile orada rastlamanız mümkündür.
Dün yine uğradım biraz işimi bitirince Kuğulu’ya. Anne babalar pek çok küçükle oradaydılar. Kimi kuşlara yem atıyor kimi koşuyor kimi arabasında uyuyordu., Annesi onu gezdirirken civcivin birinin babaannesi ile biraz sohbet ettik; sonra yanımıza yaşı oldukça ilerlemiş bir hanım geldi elinde bir torba buğday ile. Babaannenin dediğine göre elindeki yeşillikleri göl sakinleri olan kuğu, ördek ve kazlarla paylaşmış ve bitirmişti. Şimdi ise sıra diğer sakinler, güvercinleri ve serçeleri beslemeye gelmişti. Civciv ailesi ayrılınca, emekli bir jeolog olduğunu öğrendiğim bank arkadaşım bana birkaç sokak yukarıda oturduğunu, her gün oraya gelerek kuşları beslediğini ama yarın 30 Ağutos için Anıtkabire gideceğinden gelemeyeceğini anlattı.”Üç senedir hemen her gün geliyorum buraya” diyince geçen senelerde orada gördüğüm park sakinlerinden bir başka yaşlı hanım canlandı gözümde. Hanım, bir yandan kuşları kovalayan küçüklere ve onlara o kültürü vermeyen annelerine sinirlenirken bir yandan da çevresindeki çocukları çağırıyor, elindeki buğdaydan onlara vererek kuşları yemlemelerini keyifle seyrediyordu; “amacım onlara hayvan sevgisini aşılamak aslında” diyordu. Diğer yandan da nerede bu diyip çevresine bakarken, kimi arıyorsunuz sorusuna” bacaksızı” diyince, küçük bir çocuk sandığımız bacaksın aslında tek bacağı olmayan bir güvercin olduğunu öğrenmiş olduk. “o dedi yerde dolaşmaz, ağaçtan gelecek biraz sonra”.Gerçekten de biraz sonra bacaksız yukarıdan gelip onun dizine kondu ve elindeki buğdayları yemeye başladı. Bana dönüp,”görmese idiniz inanmazdınız değil mi?” diye sordu.Ne diyeceğimi bilemedim o an. “Nerede olsam beni görüp geliyor” dedi; her ikisi de iki farklı türden birer arkadaş edinmişti anladığım. Ama kuş birazdan etraftakilerin merakından uçup gitti.“Bugün tekrar gelmez artık “ dedi hanım üzgün bir sesle.

Bu arada Kuğulu parkın kuş sakinlerini, parkın hemen çocuk parkı girişindeki Doğa ve Kavaklıderem Dernekleri ortak çalışması ile yaptırılan panoda görebilirsiniz. Ben de o panodan, orada serçenin bile iki çeşit olduğunu ve görünenler dışında parkın daha pek çok sakininin olduğunu öğrenmiştim.
Yine parkın diğer canlılarından, sayısı en fazla olan ağaçların arasında akkavakları görmek mümkün. Kavaklıderem ve Kırsal Çevre tarafından her ağacın üzerinde onun hakkında adı, yaşı, boyu gibi bilgileri taşıyan bir tabela asılmış.
Eğer sıyrılabilirseniz o havadan, canınız beton yollar, binalar, her taraftan yükselen envai çeşitte yüksek sesli müzik, hatta özel yapılmış mangal sefası alanları,ortalıkta dolaşan tirenler, arabalar, pek çok çeşitte lokantalar yerine farklı bir şey görmek isterse, Ankara’nın neresinde olursanız olun veya yolu Ankara’ya düşen biri olarak, bir gün gidip siz de tek tek tanışın derim onlarla, Kuğulu park sizin, hepinizin, Ankara’nın, Türkiye’nin parkı ne de olsa, kuğulu parka, parklarınıza, yeşil yaşam alanlarınıza sahip çıkın, buraları ruhunuzdan uzaklaştırmayın derim, en önemlisi ruhunuzu sizden…

Zuhal Mutlu
30.08.09

19 Ağustos 2009 Çarşamba

BAHÇEMDEN KENTE


Bahçeye çıkıyorum, yerde sonbahara doğru giderken sararmış yapraklar ve solarak dökülmüş çiçekler karşılıyor beni; gülleden biri iyice uzamış ama öbürü yeni yeni toparlıyor kendini, galiba ilaçlıyayım derken biraz fazla kaçırmışım dozunu; neyse yeniden çıktı yavaş yavaş yaprakları ama hiç açmadılar bu yaz, ; hanım eli de sarılacak bir yer istiyor artık ; merakla bekliyorum gelecek yaza artık açacak, o aynı adına layık, güzelim kokulu çiçeklerini; Oysa onu alırken, orada tutmaz demişti AOÇ’deki fidanlık yetkilisi. Ya sakız sardunyası! Tüm yaz o güzelim canlı eflatun rengi ile bıkmadan usanmadan açtı ki bilen bilir sakızlar da bir başka güzel olur ve sarkıtır şaçlarını yüksekten; ayrı bir neşe güzellik katar ortama. Bir de beş altı tane ayçiçeğim var ki, çekirdeklerini ta kaç yıl önce bir arkadaşımın bahçesi için almama rağmen artanlar hala bitmeye, büyümeye devam ediyorlar ; Her biri de birer çiçek vermiş patladı patlayacak, bir de yerleri biraz daha geniş olsa... hatta apartman bahçesindekiler açmış bile. Mevsimlik çiçekleri ve ektiğim halde bu yıl bir türlü çıkmayan akşam sefalarını da unutmamak lazım. İşte bu benim küçük bahçem. Bahçem dediğime bakmayın aslında bu kadar sevgili, evimin balkonunda oluşturduğum bir köşe ama her gün uyandığımda ilk günü paylaştığım onlar yine. Şöyle bir yüzümü bile yıkamadan çıkıyorum balkona, önce sabahın serinliğinde rengarenk, pembe, beyaz, eflatun açan ve tavana kadar uzamış sarmaşık ve tüm çiçeklerle bir ruh sefası yapıyorum, günaydın diyorum onlara.
Bu kadar küçük bir köşe bile renk cümbüşü, neşe katıyor eve; zaten ruhumuzda yok mu yeşil… kendimizi yeşilde buluruz, doğada kucaklaşırız her şeyle. Ufak bir fırsat bulunca koşarız bir ağaç altına, bir parka.
Kenti kent yapan aslında ne sadece binalar, ne de müzeler, semtlerdir yerine göre; kenti kent yapan içindeki meydanlar, parklar, göletler, havuzlar ve görmeyi arzuladığınız insanlardır aslında. Onun doğası, onun kişiliğidir. Tabi tarihi ve ilginç, güzel binaları; kültürünü tanımlayan köşeleri de öyle.
İşte kentte kişilik derken büyük bir yeşil içinde, farklı çağrışımlar yapan; gördü mü bir daha görmek isteyeceğimiz köşeler isterim ben bir kentli olarak yaşadığım kentte.
Kenti kent yapan tüm bunları taşıyan semtleri, caddeleri, meydanları, sokaklarıdır aslında.Ve biz o sokaklarda yeşille kucaklaşmak, o yeşilde tarihin izlerini görmek isteriz; tıpkı sayıları gitikçe azalan cumhuriyet dönemi ve öncesi anıt ağaçlar gibi. Ankara’da saysanız kaçı bulur ki toplam(şu an 50-60 kadarı tescilli) Tıpkı eğer bulursanız, sokağımda penceremin önünde bana merhaba diyen bir akasya ağacı gibi; tıpkı Kumrulardaki o yüce doğu ve batı çınarları gibi; tıpkı Keçiörendeki 300 yaşındaki dut ağacı, Bakanlıklardaki tek tük kalanlardan biri olan anıt kavak, A.Ü. Tandoğan kampüsündeki veya istasyondaki tarih öncesi ağaç ginko bloba ve Kızılayın, sıhhıye tarafındaki girişindeki çok az sayıda olan pembe çiçekli atkestaneleri gibi(dikkat edilirse genelde beyaz çiçeklidirler) ve tabi hala öyle mi bilmem, korunmuş olarak kalan Keçiören’in bittiği yerdeki Hacıkadın vadisi gibi ; Hikmet Birand’ın Tübitak yayınlarından Alıç Ağacı ile Sohbetler ve Anadolu Manzaraları kitaplarında olduğu gibi.Ama diyemeyeceğim, tıpkı Kavaklıdereye ismini veren kavaklar gibi çünki hiç mi hiç kalmadılar cahilliğimizin eseri olarak . Eğer görür ve farkına varırsanız tabi ve tek tek bu Ayşe, bu Mehmet der gibi tanırsanız onları.
İşte ben de, gerçekten bakınca sokağımda, evimin bahçesinde, semtimin parklarında, şehrin içinde ve çevresinde her tarafta beni saran bir yeşil içinde sürsün isterdim hayatım çünkü biliyorum ki böyle bir ortam beni çok daha iyi, çok daha güzel ve çok daha mutlu hissettirecek. Kentte bir parka girdiğiniz aman kentin o keşmekeşinden kopup, bir doğa parçasında olduğunuz hissettirecek parklar isterim, asırlık ağaçlar, kuş sesleri, doğal yollar… ki ruhum kavuşun o eski tanıdığa.. Yapılan araştırmalar da bunu bu şekilde ortaya koymakta. Hatta böyle bir kentte suç oranlarının bile düştüğü gözlenmiş . Diğer oksijen, toz, sıcak, soğuk, estetik değerlerini vb. söylemeye bile gerek görmüyorum.Ama bilene ve farkında olana tabi. Ufak bir alana sıkışmış parklar, parkın içinden geçen otobanlar değil görmek istediğim Kuğulu park örneğinde olduğu gibi
Şu an yapabildiğim tüm bu farkındalıkla, olabildiğince kesilmesinler diye korumak zorunda kaldığım çevredeki ağaçlar, hatta dallarını kırmasınlar diye uğraştığım apartman bahçesindekiler ki nerede ise sokakta tek çeşit ve zenginlik yönünden bu bahçe ve tabi bir de benim ellerimle oluşturduğum balkondaki bahçem var anlattığım gibi … Her balkon aslında önce o eve, sonra o sokağa neler neler katabilir ve tabi oradan doğacak her bir müzik de taşarak bahçelere, caddelere, semtlere, kente … Su mu , kanımca kurulacak sistemlerle her bir apartmandan çıkacak atık sular ki tüm yaz bahçeyi sulamaya yeter de artar bile, yeter ki iste.
Bu yazıda sorunlar dilimin ucuna gelip gelip gidiyorsa da daha çok çözümdeki resmi paylamak istedim aslında.
Biliyor musunuz, dağlarımızda ne kadar çok ağaç, çalı ve bitki çeşidimiz var ki bunlar kent peyzajında rahatlıkla kullanılacak türde ve özellikte ama gördüklerimiz durmadan ekilip, dikilip, sökülen ithal ağaçlar mı acaba ve tabi geçen zaman en büyük kayıpken, sonra emek, para ve yok olup giden kent kişiliği, hayatlarımız; tabi bir de tüm bu negatif bilincin farkındalığı ve zaten yeterli olmayan toplumsal etkisi.
Kentlerde yeşile ayrılan alan miktarı çok daha fazlalaştırılmalı, betonlaşma oranları düşmeli, İklim değişikliğinden, küresel ısınmanın gittikçe arttığı kentler için yeşil pek çok yönden bir kalkan aslında.
Yapacak çok şey var ama önce farkına varmak ve farkındalık yaratmak …

Zuhal Mutlu
20.Ağustos.2009

16 Ağustos 2009 Pazar

ÜLKEMİZDEN MANZARALAR(1) ÇÖP İŞÇİLERİ

Geçen hafta Leyla ile tanıştım. Leyla 40-45 yaşlarinda eli yüzü düzgün bir Anadolu kadını aslında. İlgimi çekmesinin nedeni ise karanlıkta arkasında çekmeye çalıştığı üstünde yarı dolu bir çuval olan metal arabası ile olan görüntüsü idi; hani şu sokaktaki çöp toplayıcılarının kullandıklarından.
Zaten o da bir çöp toplayıcı idi; beni o tenha ve karanlık sokakta onunla uzun uzun konuşmaya iten de bu görünümü oldu.
Biraz önce hemen bir önceki köşede yine benzer görünümde bir başka kadına da rastlamıştım ama bir an Leyla’yı görünce önce o mu değil mi anlamadan durdurdum ve konuşmaya başladık.
“Kocam” dedi, biraz önce karşıda çöpleri karıştırmaya başlayan zayıfça bir adamı göstererek.
Leyla ve Ali sokakta çöp toplayan onlarca insandan normal Anadolu insanı görünümünde bir çift idi.
Biraz laflamak istedim ve “Ne kadar kazanıyorsunuz?” dedim. ”Üç kişiyiz, bir de oğlumuz var ve günde yaklasik 2O TL” kazanıyoruz, topladıklarımızı, şurada bir arabamız var, ona dolduruyoruz ” dedi. “Peki neleri topluyorsunuz? “ dedim. Topladıkları arasından bir boş plastik şişe çıkarıp “en çok bunlar para getiriyor, karton para getirmiyor ama plastik, karton, ne bulursak topluyoruz ” dedi. İskitlerde oturuyorlarmış ve “Kazım Karabekir’de… pidecinin otoparkçılarına sorarsan Ali ve Leyla diye, bizim evi gösterirler sana” dedi.
“Neden bu işi yapıyorsunuz?” diye sordum. “Sorma dedi, ben utanmıyorum bundan” dedi; “bazen şu marketten bozulmuş sebze meyva gibi şeyler atıklarında gidip topluyorum, ne yapayım ki? Mecburuz buna; dilenmiyoruz ki” dedi. Ben de “tabi ki sen alnının akı ile çalışıyor, el açmıyorsan bunda utanılacak hiçbir şey yok, karın doyurmak, geçim için çalışmak değil, dilenmek ayıp” dedim.
O anlatmaya başladı; Leyla Konyalı imiş. Ankara’ya Antalya’dan gelmişler. Ali, daha birkaç yıl önce Antalya’da bir döner dükkanı sahibiymiş ve işleri oldukça iyi gidiyormuş, bir oğulları da döner ustasıymış ve o döneri pişiriyor babası kasa ve hizmet işlerine bakıyormuş dükkanda. Bir gün artık işleri büyütmeye karar vermişler ve zaten ne oldu ise ondan sonra olmuş ve tefeciden aldıkları borç para onları olmadık zararlara sokmakla kalmayıp elde avuçta ne varsa tüketmişler üstelikte hala boylarınca pek çok borçları varmış. Usta olan oğlan başka bir iş bulmuş, galiba yakında da askere gidecekmiş; “kimse de Ali’ye herhangi bir iş vermek istememiş Leyla’nın dediğine göre; “onlar genç, ayak altında koşturacak eleman arıyorlar bu nedenle kocamı geri çevirdiler” diye anlatmaya devam etti Leyla. Bunların bu durumunu gören birisi “gidin, Ankara’da çöp toplama işi var ve bu işi yapan çok insan var” demiş, işte onlar da oğullarının birini Antalya’da ve askere de gitmek üzere bırakıp Ankara’ya gelip bu işe başlamışlar. “Ayda ortalama üç kişi çalışarak elimize geçen 600 TL ile hem geçinmeye çalışıp hem de borçlarımız ödüyoruz” diyor Leyla.
Artık çevrede tanınmış olsalar gerek ki” onların bu durumunu bilen birkaç esnaf, ev hanımı gördükçe bir şeyler vermeye çalışıyorlarmış Leyla’nın anlatığına göre ve hatta eve buyur edip karnını doyuranlar da varmış."Utanmıyorum" diyordu ama utanmak ve utanmamak arasında bir yerlerde olduğu tüm bunları sıralarken gözden kaçmıyordu.
O bunları anlatırken üçüncü eleman da geldi şaşkın gözlerle bana bakarak. 13-14 yaşlarında gözüken, üzerinde atlet olan ve arkasında aynı arabadan çeken bir çocuktu. “İşte bu da oğlum” dedi Leyla. Oğlan sanki bu yaşamı benimsemiş ve çok rahat gözüküyor hatta hiçbir eziklik hissi yaşamıyor gibiydi.
Annesi, “okuldan öğretmenleri, onun masraflarını bırakın biz karşılayalım dediler ama o okumadı; okula gidiyorum diye defterleri bir yere atıp oyun oynadı; tamirciye de verdik ama o tornavida yerine pense verirse ne olur? oradan da oldu” dedi. Oğlan, söylenilenlerden pek de etkilenmiş gözükmüyor, koca koca bana bakıyordu. Ben, “peki hep bu hayatı mı sürmek istiyorsun?” dedim omuz silkti; biraz elde de olmadan nasihata başladım; ama…
Artik ayrilacaktim ve Leyla’ya telefonu olup olmadığını sordum; varmiş( ki bu da bana ilginç gelir, yemek bulamazlar ama telefonları mutlaka vardır) ama numarayı bilmiyormuş Leyla, “kocam versin, o biliyor, evi de böyle bulursun istersen, ben hep buralardayım, karşılaşırız yine” dedi ve ben oğlana da okuması yönünde birkaç bir şey daha söyleyip ayrıldım.
Geçen yıl da yine bu çöp işinde ayda yerine göre yaklaşık bir milyar kazandığını söyleyen başka birine raslamıştım; “sıkıştıkça, ihtiyacım oldukça geliyorum” demişti.
Bir diğer küçük çocuk ise, günde yaklaşık 10 TL aldığını ve Adana’da oturan ailesinin elektrik faturası nedeni ile gelip bu işe başladığını söylemişti.
Bu arada, yanlışlıkla, hazırladığım paket yerine diğer torbadaki ayakkabılarımı verdiğim diğer bir çocuğu ise görmem bir daha mümkün olmadı ama ertesi gün aynı yerde rastladığım diğer bir adam, “çalıştırdığım çocuklara sorarım” demişti.
Bir gerçek örnek hikayeden bahisle sorgulamak istedim ben de, aksam olup da soğukta sıcakta bizler evlerimize çekildiğimizde, sessiz sedasız sokaklarda çöp karıştıran ve bunu geçim kapısı yapan komşularımızın, insanlarımızın ne kadar farkındayız diye. Aslında geçenlerde TRT2’de izlediğim ”Ötekiler” konulu bir belgesele konu olmuşlardı onlar ve bir anlamda o sayıları hiç de küçük olmayan bu şehirdaşlarımızı çoğunluğumuzun neden görmediğinin de açıklaması gibiydi belgesel( Boğaziçi Üniversitesinden araştırmacıların yapımı diye hatırlıyorum).
Onları hava kararmaya başladığında, tek tek çöpler kapıya koyulmaya başlayınca birden orta çıkıp çöp arabaları gelinceye kadar harıl harıl çalışan Gece Karıncaları olarak her gün görmek mümkün, bazen çöp başında, bazen o koca arabayı yokuştan yukarı iterken bir yerlerde...
Bu insanlar ki o görünümlerine göre sizi çok şaşırtabilirler; kimi geceleri odunluklarınıza kadar girip kapıları kırarken kimisi canı gönülden verdiklerini utana sıkıla almak bile istemez ve kirli üst baş, o aç mide, aileden uzak o sefil yaşam içinde o koskoca onurunu görürsünüz; utanırsınız sanki siz sorumluymuşsunuz gibi onun bu duruma düşmesinden; belki de öyledir aslında.
Yıllardır Ankara’da hem dilenip hem de Sakarya’da çöplerden yemek toplayan bir gruba alışkınız hiç alışamasak da ve onları sadece Ankara’da değil nerede ise pek çok yerde görmek mümkünken ve de bunu onların yaşam biçimi olarak kabul etmişken, çöp toplayanları kabul etmek mümkün mü bilmem.
Hatta artık öyle bir hale gelmiş durumdakiler ki, bir örgütleri bile var bildiğim kadarı ile ve bir çeşit onlar da parsellemiş durumdalar çöplükleri tek tek.
Ankara’da bazı belediyelerce başlatılmaya çalışılan genellikle hüsranla sonuçlanan pek çok geri kazanımlı atıkları toplama işini ekonomiye kazandıran da yine bu grup; tabi arada çatışmalar da çıkmıyor değil. Bildiğim kadarı ile en azından bazı belediyelerin de onlarla ilgili bazı izlemeleri(izleme diyorum zira içeriği bilmiyorum) var.
Hatta semte göre üzerlerindeki, kıyafetler bile değişiyor, genelde tarım kesiminden çıkıp geldiklerini ve hatta belki tarım işçiliği ile dönüşümlü bu işi yaptıklarını düşündüğüm bu kesime belki bu yaşam şekli ve şartlar ağır gelmiyor ama onları bu halde görmek bana ağır geliyor. En alttaki ekonomik kesimi ( bu işin ağalığını, mafyalığını yapanlardan bahsetmiyorum) büyükşehirlere gözümüzün önüne taşıyor aslında bu grup; hem sosyoloji hem de başka pek çok dal için araştırma konusu aslında ama, zaten geceleri ortaya çıkan Gece Karıncalarını görmüyoruz bile biz. Ve bu nedenleri ve sonuçları ile geleceğe taşınan bir ülke yarası, bir gösterge olarak ortada duruyor ne kadar görmek istemeyip kafamızı kuma gömsek de.

Ben yıllardır evimde geri donusumlu atiklari bir baska posette toplayarak ayrica çöpe koyuyorum, biliyorum ki kapı önünde veya çöplüğe vardığında orada bu işlem bile büyük bir katkı aslında. Düşünsenize onlara bu katkıyı yaparak işlerini ne kadar kolaylaştırdığınızı.

Zuhal Mutlu
16.08.2009

Not: Çöp toplayıcıları(Gece Karıcaları) ile ilgili her türlü kaynak ve bilgiyi bana ulaştırırsanız sevinirim.