Belki de ben karıştırıyorumdur fakat
daha önce yakınlarından
geçmiş , merak etmeme rağmen görememiştim oradaki hem kale hem de manastırı .
Tesadüf bu ya, o sırada gelen
e-posta(Gökhan Koçak) , o haftanın rotasını Kızılcahamam-Çeltikçi, Asartepe,
Ağşar kalesi ve Alicin Manastırı olarak veriyordu. Hem daha önce yürümediğim .Bu
fırsatı değerlendirme kaçınılmazdı.
Sabah aracın yanına vardığımda, katılımı
5-6 kişi diye beklerken sayı, Barış’ın fotoğrafcı grubuyla da 30’u bulmuştu.
Kızılcahamam yolu ile vardığımız
Çeltikçi üzerinden yukarı doğru çıkarak Kurumcu yolunun geçtiği plat, yürüyüş başlangıç noktamızdı. Hava
kısmen bulutlu gibi gözükse de güneş sıcaklığını hissettiriyordu. Bu nedenle
kıremlenip , şapkalarımızı taktıktan sonra Gökhan’ın da yardımı ve
kontrolü ile toparlanıp yola koyulduk. Barış’ın Fotoğraf grubu, kendi
planlarını uygulamak üzere bizden ayrıldı.
Baharın sonu, yazın başı
olan bu
zaman, burası için belki de en iyi dönemdi. Etraf dümdüz görünüyordu galiba, sonra ilerledikçe aşağdaki Çeltikçi kanyonu(vadisi)
, ilginç ve görkemli kayalıkları ile biraz daha belirginleşmeye başladı.
Başında Gökhan’ın verdiği bilgilerden çok anlamasak
da sonrasında, gördük ki parkur biraz
çaba gerektiriyordu ama (zorluk :3) keyifli ve bol iniş çıkışlıydı. Başlangıç noktasından itibaren, oldukça şanslı
olarak (tam tanımıyorum ama) bir gün önce Prof.Dr. Mecit Vural hocadan
dinledigim Ankara’da son 10 yıldaki
botanik keşiflerinin çoğunu bu
alanda görme fırsatım oldu belki de diye düşünüyorum. Bir de Mecit hoca orada olsaydı !
Geriden çok anlaşılmayan görüntü,
platonun kenarına geldiğimizde Çeltikçi
vadisi tüm görkemi ile ayaklarımızın
altında uzanıyordu. Biraz önümüzde giden sürünün peşinden biz de
aşağıya doğru inmeye başladık. 
Vadi gerçekten çok güzel ve
ilginçti; enteresan yapılı kayalıkları,
bitki örtüsü ve arkeolojik (arkeolojik ve jeosit) yapısı ile dediğimiz gibi özellikle bu mevsimde için güzel bir parkurdu.
Aşağı inişi biraz tırmanma izledi, ta ki yine bir
yüksekliğin kenarındaki kayalıklara gelinceye kadar. Burası, soğuk değil sıcak
kanlı canlılar olsak da ve 5 dakika için
de olsa serilmek için idealdi ve öyle de yaptık. Herkes bir kayaya yapıştı;kimi
bir şeyler yerken kimi seyre daldı çevreyi. Bu arada grupta önceden bildiğim
birkaç kişiyi görmek de keyifli idi;
Onlardan biri olan Doruk’la bir süre meslek işler üzerine sohbet ederek
gelmiştik bu kayaya kadar. Bu arada yol
boyunca sohbet ettiğimiz genç arkadaşımız Sertaç yeni aldığı SLR makinasını
denemenin keyfini yaşıyor gibiydi.
Sürekli fotoğraf, video çekti durdu çeşitli noktalarda.
Mola sonrası, rotanın en yüksek noktası olan Asar (yoksa Ağşar mı?)
tepeye doğru tırmanışa geçtik. Aslında
bu noktalar durup çevreyi incelemek için en iyi noktalardı ama bir taraftan
fotoğraf çekip bir taraftan çevreyi
incelerken bir de grubun en antremansızlarından biri olunca hep geride kalıp bu seyir, keyif alemlerinin yeterince tadını çıkaramadım
sanırım(kaça bölünsem bilmem). Tepeye
varında (… m )şöyle
dört bir tarafa bakıp grubun gittiği taraf doğru döndüm. Asar tepe, ovaya doğru bakan yamacındaki eski bir
kubbemsi yapı ile bizi karşıladı (Ağşar kalesi üst kulesi diye geçiyor bir
kaynağa göre(google earth’de)) . Burası
ne idi, kimlerden kalmıştı bilmiyorum ama benzer bir yapıyı yaklaşık 1 ay önce
çıktığım Kozan(Adana) kalesinde de
görmüştüm en son.
Kalıntı , yine tepenin aşağı doğru inen bir yamacında idi fakat dipte uzanan ova ve koca kayalıklar, yapının sağına
soluna geçtikçe kah esen, kah sıcaklaşan hava ile ilginç bir yerdi. Bu ilginç
ve güzel ortama adaşı Nazım Hikmet’in
ölüm yıldönümü olması nedeni ile yine
tanıdık yüzlerden olan Nazım (Ata)
Bey’in okuduğu Nazım şiirleri ayrı bir tat kattı ve onu anmış olduk bu yer yer
okunan şiirlerle...
Faslın da ardında yüksek bir tepenin doruklarına kurulmuş olmasına rağmen, Asar tepeden epeyi aşağıda
kalmış Ağşar kalesi, diğer bir adı ile Gavur kalesine doğru inişe geçtik. Çevrede çok güzel, otantik yapıdaki evlerden
oluştuğunu tahmin ettiğimiz , her biri bir çerçeveden fırlamışçasına duran en
az 5-6 köy (Kurumcu,Adaköy, Kalemler, Kuşçuören, Kızık,Yakakaya) göze çarpıyordu; ayrıca dağların ardında
Çamlıdere baraj göleti de.
Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyordum
ama bu arada grubu kaçırıyordum o başka. İlgiç bir böcek- bitki- gökyüzü
fotoğrafı ardından gözden kaybolan grubun peşinden koştururken, yeni bir,
uçurumun kenarındaki kayalık uç ve üzerinde yandan inmemi işaret eden
uzaktaki silüet ardından Ağşar kalesi ve tek sıra halinde Gökhan’ın peşinden giden grubu gördüm.
Grubun kaleye çıkışı görülmeye
değer ve tam fotoğraflıktı. Nitekim de demin bana işaret eden siluet ki bu
Vedat Bey’di galiba bunu geride kalıp
fotoğraflamaya çalışıyordu. 
Kale yine yüksek bir tepenin,
kayalık kısmına kurulmuş ve ilginç jeolojik tepe uçları ve yollarının
birleşimimde yer alıyordu. Öyle ki benim için, özellikle de grubun gerisinde
kalınca, elimdeki batonlar nedeni ile(kayalara
tırmanırken lazım olan ellerimden dolayı) , kalenin üstüne varmak biraz zorca oldu; bir de
yükseklik korkusu eklenince..
Nitekim tepeye vardığımda,
diğerleri topluca fotoğraf çektirip bir
kısmı öğle yemeği için oraya yerleşirken, diğer kısmı kafalarına biraz gölge
yer bulmak için aşağılara doğru iniyorlardı. Ben de 2-3 fotoğraf çekip aşağıya
doğru daha kolay olan yoldan inmeye başlarken, yol boyunca kayalıklarda yer
edinmiş ve yemek faslına geçmiş
arkadaşlar vardı, Üsttekilerin de vakit kaybetmeme yönündeki uyarısı ile gölgeye varamadan, ben de yüksekçe
bir noktada yer edindim kendime. Ama yemeğin sonuna doğru yanmaya başlayınca
kendimi zor attım bir çalının dibine. Hani buralarda öyle çok da çalı olmayınca
diğerlerinin açtığı bir yere sığındım artık.
Yemek sonrası Nazım Bey bir şiir faslı da burada yaptı. Etrafta sarı
kantaronlar, bazı çalı tipli bitkiler ve adını bilmediğim çiçekli bitkiler yer
alıyordu. Bunları tanıyamamak, jeolojik yapıyı açıklayacak birini bulamamak
biraz üzücü idi benim için.
Kanımca yürüyüşün en zor kısmı ne
yaklaşık 70 derece gibi tırmanılan Asar
tepe, ne tepedeki Ağşar Kalesi ,ne de
sonrasındaki kısımdı; en zor kısmı oldukça
kaygan bir kırmızı toprağa sahip zeminden İniş oldu. Buradan düşe kalka aşağı doğru yol
aldık. En dipte, vardığımız Alicin
Deresi (daha sonra başka küçük derelerin de katılımı ile Kirmir çayına
dönüşüyormuş) ve Çeltikçi diye geçen ve tahminen demir içerikli ilginç
kayalardan oluşan vadi gerçekten pek çok yönü ile görülmeye değer bir yerdi.
İnsan Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi burada, da bu toprakların ne kadar güzel ve çok yönlü
zengin içeriği olduğuna kez daha şahit
olmakta. Ah bir de değerini bilebilsek ve değerini bilmenin “Bütün sularımız
boşa akıyor ”” gibi bir mantıkla yapılamayacağını kavrayabilsek. ( Bir an
yıllar önce bir başka yürüyüşteki görüntü geldi gözümün önüne; beki de ben bu
manastırı daha önce görmüştüm ama farklı bir açıdan)
Ağşar kalesinin kimden kaldığını,
kaç yüzyıllık olduğunu bilmediğim
tuğlalarının, kalenin parçalanan toprağı ile birlikte aşağılara, eteklere doğru
eriyip aktığını görünce içimin nasıl sızladığını siz tahmin edin. Üstelik
Kızılcahamam Belediyesi buraları bir anlamda tanıtıma geçmişken. Umarım bu
güzel miraslar bir an önce onarılır ve doğal dokusu içinde zenginliklerimize
katılır.
Alicin deresine, tepeden aşağı,
büyüğüne kavuşmak için akan küçük bir derenin yatağında,
bazen kenarından suda kayganlaşmış
, bazense kuruyup kalmış kayalara
basarak, cinslerini bilmediğim çalı çırpılara
takılarak indik.Çalılar birkaç kez başımdaki örtüyü söktü aldı. Bu arada, aşağı varmak üzereyken biraz önümüzde olan Jak parmağı
ile yukarıyı gösterince , üstten geçen bir kara leyleği (http://tr.wikipedia.org/wiki/Kara_leylek
) görme şansını kaçırmayacak kadar şanslıydık. Alt kısmı beyaz olan siyah
vucudu ve siyah kanatları ile bizi selamlayıp ğeçip gitti (http://www.deretepeduz.com/yazi/kara-leylek---murat-soydas)
. Daha önce de konakladıkları ağaçlarda görme fırsatım olmuştu onları ve
bölgede yaşadıklarını biliyordum. En son bir gün önce dinlediğim ODTÜ
Biyolojiden Can Bilgin’in anlatımında da vardı zaten. (Ah şu bozkır Ankarası,
neler neler saklıyor meğer de…Can hoca’nın dediği gibi :”Her an bizi bir başka
görüntü ile şaşırtıyor)
Nihayet aşağıdan sesi gelen , o
Alicin deresine inmiştik inmesine ama dere öyle üstten atlayabileceğimiz
cinsten değildi; Ne yapalım, dize kadar
olmasa da daldık içine..Hem de bir değil üç kez. Ama,inişli çıkışlı bu yürüyüşün ardından ayakları serin sulara
daldırınca, herkes bir “oh!” demedi de
değil..Öyle ki bazıları kendini alamayıp, diğerleri moladayken, uzun süre suda dolaşıp
durdu, fotoğraflar çekip etrafı seyretti. Etrafta kurbağalar ötüp, yusufçuklar
mavi mavi uçuyordu. Şöyle birini fotoğraf makinası ile yakalayayım dedim ama bu
makinayla ııhh!
Her bir adımda, su geçirmez
botlarımın içindeki sular, varc vurc sesler çikararak, inişte iyice
kızmış ayaklara doğal iklimlendirme
etkisi yapıyordu. “Bu su geçirmez botları içerden dışarı , böyle de denemek
varmış” demeden edemedim.
Son su geçişimizin ardından çayın
kenarında Nazım Bey, yine Nazım’ın hayatın bir anının sudaki yansımasını,
bir ömrü kavrayışla anlatan “Çınar, güneş, kedi ve ben” şiirini okudu.
O okurken bir an yaşam çizgisini
gözden geçirip gelmedik değil; termosta getirdiğimiz çayları da yudumlarken tabi.
Tekrar yola koyulduk; bu sefer
önümüzde çakşırlı dik bir yokuş vardı; bu son zorlu nokta diyip bir
gayretle, o taa yukarılardan ince bir
çizgi gibi gözüken tozlu yola varmıştık
ki, biraz gidince Gökhan, “Şimdi Alicin Manastırı’nı karşıdan görmek için bir terasa çıkacağız” dedi. Eee ne yapalım, ta buraya başta bunun için de
gelmemiş miydim ? çaresiz, bu merakla devam ettik.
Bu arada yolda bir ara buldukları
çok güzel bir tırtılı ortaların alıp inceleyen, seven gruptan, “bak şımardı” türü yorumlar duymaya
başlayınca şımaran tırtılı görmek için içimde bir istek oluştu ise de geri dönemedim.
Çantamı bile aşağıda bırakmadan terasa
doğru çıktık, çıktık,çıktık… Kocaman bir kaya oyuğunun yanından geçip sola
döndük ve çıkışa biraz daha devam ettik, belli ki burada zaman zaman koyunlar
konaklıyordu. Sarp kayalıkların aşağısında oluşmuş doğal bir düzlüğe geldiğimizde
aşağıdan gördüğümüz ama tırmanmamız sırasında görülemeyen Manastır karşımızda tüm güzelliği ile duruyordu.
Ne zamandan kaldığını
bilmediğimiz bu kayalara taşlarla örülmüş yapı belki Sümela ile karşılaştıramaz
ve de karşılaştırılmamalı idi zira bu
civardaki kültürel jeositlerden önemli biri idi ve görülmesi gereken bir
yerdi.
Ama bu kadar mı? : Adını
bilmediğim( Allahım ne kadar cahilim;öğrenmenin de sonu yok ya… ) kocaman, üstü ilginç biçimde parçalı bir
mantar, objektiflere poz verir gibi bekliyordu. Üstte, kayaların doruklarından
da yukarıda yine Jak’ın dürbünle bakıp
tanımlaması ile “sakallı iki
akbaba” dairler çizerken o ulaşılmaz
gibi duran yüksekliklerde, belki de bizi
de gözlüyorlardır göz ucu ile.
Manastırın yanına çıkmak zaten gördüğümüz
kadarı ile imkansızdı, ama karşı yamaçlarda bunu denemeye çalışan iki kişi de
gözden kaçmıyordu. Onu tam görmek ve iyi
fotoğraf alabilmek açısından, tepenin arkasında kalan güneşin batışına doğru gitmek
daha doğru olabilirdi belki ama, zamanlama açısından buna fırsatımız yoktu.
Ağşar kalesinin tepesine
doğru bir ara yalnız kalıp , sesimi
kimseye duyurmadığım zaman geçirdiğim ufak bir korku dışında keyifli ve zengin
bir parkuru yapmış olduk hep beraber; Ha bir de şu kaygan zemin vardı.
Terastan inip germe
hareketlerimizi yapmaya başlamadan önce , o kadar içmemize rağmen bize
verilecek en güzel şey , kaptanın soğuk
su ikramı ve ardından onunla da yetinmeyip, hareketleri tamamlayıp Mavli Eren hayratı olarak yaptırılmış çeşme
başında bir su molası idi. Herhalde bugün
3 lt.. filan içtim ama çeşme basındaki
biz ve yerli halktan oluşan sohbetli kuyruk, onların “ Çok için ama çabuk
acıkacaksınız bilin” dedikleri o güzelim buz gibi su ve Ankara’ya dönüşe geçiş(Bir
su da Gavur kalesinin altında varmış galiba) . Onlardan ayrılırken, manastırla
ilgili söylentiler arasında buranın satılacağı, birilerinin gelip teleferik
kuracakları gibi şeyler de vardı. Ne kadar etkili olur bilmem ama “Buraların
onların olduğunu, değerini asıl kendilerinin bilmeleri gerektiğini, satmama ve
sattırmamanın önemini anlatmaya çalıştım, “Yok sattırmayız, aşağıdaki çeltik
tarlaları da tapulu arazilerimiz”dediler ama..!?
Zuhal Mutlu 05.06.12