20 Kasım 2009 Cuma

KAVAKLAR HAKKINDA :

A. Şehirlerimizde KAVAK  kalmadı ama hala kavaklarla ilgili yanılgı ve sonuçları devam ediyor. Bu nedenle burada konu ile ilgili gerekli bilgi linklerini zamanla oluşturmaya çalışacağım.  Z.M.  20.11.2009

1. Başında kavak yelleri esenlerin kavak takıntısı   -                 Prof.Dr.Miktad Kadıoğlu  (Hürriyet Arşiv)
 
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=227809&yazarid=109

2.Kavakçılık ve Hızlı Gelişen Orman Ağaçları Araştırma Müdürlüğü görüşü:

http://www.kavak.gov.tr/turkce.html

3. Yaptığımız araştırma sonucu elde ettiğimiz bazı bilimsel araştırmalar ve bu araştırma ve  verilere de  dayalı  görüşlerimizden den örnekler  : ( Bu bilgiler Ankara içinde gerçekleştirilen bir kaç seminerde de anlatılmıştır)


"Kısaca özetlediğim gelişmelerden anlaşıldığı gibi kavaklarla ve polenlerle ilgili pek çok bilginin doğru olmadığı anlaşılmaktadır . Daha doğrusu buna bilgi değil , başka bir şey dense yeridir . Doğru ve yeterli bilgi olmayınca , alınacak kararların isabetli ve doğru olması beklenemez . Yanlış kararların sonuçlarının neler olacağını , yaratacağı yıkımları hepimiz kestirebiliriz . Konu ile ilgili olarak , yeterli bilgi edinmeden ve bütün boyutları hesaba katılmadan ; karar alınması ve uygulamaya konulması üzüntü vericidir .Kavak ve polen ile ilgili doğrulara kısaca değinecek olursak .

1) Kavak poleni olarak bilinen ve pamukçuk olarak da adlandırılan nesne , kavağın tohumlarından başka bir şey değildir . Yanlış olarak polen diye nitelendirilmektedir .

2) Kavak ağaçlarında polenlerin üretildiği kısımlar ; ağaçların erkek çiçekleridir . Başka bir anlatımla sülükleridir . Erkek çiçekler yalnızca erkek bireylerde bulunduğundan , bu bireyler dikilmediğinde sorun ortadan kalkar . Yakınmalar polen değil de pamukçuklardan kaynaklanıyorsa , o zaman dişi bireyleri dikmemek soruna çözüm olabilir .

3 ) Kavaklar rüzgarla tozlaşma yaptıklarından ( anemogami ) erkek çiçekleri ile çok polen üretirler . Ancak baharın başlangıcında ve havalar fazla ısınmadan polenler havaya bırakılır . Yapılan araştırmalarda ; polenlerin serin havalarda daha az , sıcak havalarda daha fazla allerjik etkilerinin olduğu saptanmıştır .

4) Prof . Dr . Sadık ERİK ile Prof . Dr . Cahit DOĞAN ‘ ın yaptıkları araştırmalarda ; alerjen bitkiler sırlamasında kavakların epeyce gerilerde bulundukları belirtilmektedir . İlk sırada buğdaygiller ( % 16.2 ) , ikinci sırada kazayağıgiller ( tuzcul bitkiler % % 7.5 ) , üçüncü sırada ayçiçeğigiller ( % 9.9 ) , dördüncü sırada kozalaklı bitkiler ( çam , göknar , ladin , ardıç , mazı vs . ile % 7.7 ) beşinci sırda kavak söğütler bulunduğu aile % 5.9 ) ve altıncı sırada gülgillerin ( % 4.6 ) yer aldıkları saptanmıştır . Sıralama türler düzeyinde yapılacak oursa ; kavakların çok geri sıralarda yer tutacağı rahatlıkla anlaşılır .

5 ) Ankara düzeyinde yapılan , atmosferdeki polen konsantrasyonu çalışmalarından , kavak ve söğüt ağaçlarının geri sıralarda bulunduğu anlaşılabilmektedir .

6) Havadaki polen yoğunluğunun en çok olduğu dönem nisan-haziran dönemidir .Bu dönemde alerjik olayların sayısında artışlar olur . Kavak , söğüt , fındık , çınar gibi ağaçlar bu dönemden önce çiçeklendikleri için daha az toksik polen yaymış olurlar .

Solunum , sindirim ve deri yolu ile insan vücuduna giren polenlerin ,lokal lenf modüllerini uyarması ortaya çıkan duruma alerji denmektedir . Polenlerin alerjiye yol açabilmeleri için ortamda yeteri kadar bulunmaları , ( 1 metreküp havada 50 ‘ geçmelidir ) antijenik gücünün fazla olmaları , polenlerin küçük , kuru ,yuvarlak olmaların gerekmektedir . Kuru havalarda sabahın erken saatlerinde ortamdaki polen sayısının artış gösterdiği bilinmektedir .

4. Yine kavagin alerji yapip yapmadigi ile ilgili Ankara Universitesi Tip Fakultesi. Dermatoloji bolumunden sn. Prof.Dr. Zeynep Misirligil'in ekibi tarafindan allerjik hastalar uzerinden bir calisma yapilmistir : sonuc, gercek polen gorulme mevsiminde asil allerji nedeninin farkli oldugu ve agirlikta kavagin sucsuz oldugudur .

5. Başka bir kaynak : Türkiye Ulusal Allerji ve Klinik Ümmünoloji Derneği tarafından yayınlanmış olan araştırmaya göre ( Çocuklarda Kavak Poleni Allerjisi Sanıldığı Kadar Çok mu? -M.R.Cegizlier-E.Dibek Mısırlıoğlu) :    Özellikle 53. ve 54. sayfalarda sonuç ve özeti bulabilirsiniz.

 http://www.aai.org.tr/managete/UploadedFiles/%202005-02/52_55.pdf
Bu calismada toplam alerjiler icinde gercek kavak( populus alba) alerjisi orani( sanıldığı gibi pamukcukların uçtuğu  mevsimde degil baharin erken donemlerinde gorulur) %6.5 bulunmus olup  asil suclulara(!!)  ise arastirmada yer verilmiştir.

6. Bir başka görüş yazısı:

http://www.bahcesel.com/index2.php?option=com_content&do_pdf=1&id=1633


Not: Bu konu ile ilgili bölüm daha da geliştirilmeye çalışılacaktır. Yurt içi veya dışı önemli ve paylaşmak istediğinin kaynak olursa lütfen paylaşın.  (zuhalmutlu@yahoo.com)

7. Fuat Kalyoncu'nun açıklaması :
http://www.kenthaber.com/Haber/Genel/Normal/polen-alerjisinde-kavak-agaci-masum-cikti/4779be02-8bee-4ab4-933d-f5957ed1ecd0

31 Ağustos 2009 Pazartesi

ANAHTAR VE DÜNYA

Ne derece önemlidir bilir misiniz anahtarlar? Ufacık bir anahtar, o kocaman ağır kapıları açar ve o kapıların ardındaki dünyaya ulaştırırlar sizi.
İşte bilgi de farklı bir dünyaya giriş kapısını açan anahtardır aslında . Eğer farkında isek, attığımız her adım öğrenmek için bir araçtır aslında ve attığımız er adım bir anahtar sağlar farklı kapılar için.
Yaşam belki de bu yolla yavaş yavaş erdiğimiz farkındalıkların bütünüdür. Var olan temellerimiz üzerine bebeklikten başlayarak oluşan ve içselleştirdiğimiz  dağarcık bize o andaki dünyamızı sağlar. O dünya da diğer dünyalara açılır ve toplum aslında bizlerin dünyalarından oluşan bir bütündür.
Bizler eğer istersek tek tek elimizdeki anahtarlarla pek çok kapının açılmasını sağlayabilir ya da bütün kapıları kapalı tutabiliriz. Anahtarlar çoğaldıkça o toplum birbirine daha açık, daha çözümcü, daha insanca ve daha yaşanabilir bir yer haline gelir; ancak bunun için doğru anahtarı edinebilmemiz ve doğru kapıya yönelmemiz gerekmektedir.
Zuhal Mutlu
31.08.09

30 Ağustos 2009 Pazar

ANKARA’DA BİR PARK, KUĞULU

Ankara’da olup da Tunalıyı bilmeyen var mıdır diye soracağım ama içimden bir ses üzülerek bazı kesimlerin buraları bilemeyeceğinden bahsediyor bana. Tunalı ismini bilmeyen varsa bile Kuğulu parkı bilen sayısının bazı düşüncelerime dayanarak daha fazla olabileceğini düşünüyorum.
Tunalıya uğradığımda genelde yolumu mutlaka Kuğuludan geçiririm; ya şöyle bir taraftan girip öbür taraftan çıkarım ya da aynı yolu oraya düşen pek çok kişi gibi biraz banklarda bir nefes aralığı veririm.
Yeşil oranı en fazla(!) olarak geçen kentlerden biri olarak Ankara’da toplam kaç park var bilmiyorum ama ne olursa olsun Kuğulu’nun tüm parklar içinde özel bir yeri olduğunu sadece ben değil onu tanıyan herkes bilir.
Kuğulu, sadece bir park değil aynı zamanda bir simge haline de gelmiştir Ankaralılar için.
Parkın bulunduğu Kavaklıdere semti adını, zamanında buradan geçen dere ve etrafındaki kavaklardan almıştır. Günümüzde Kuğulu park çevresindekiler haricinde o kavakların son temsilcilerini bile artık görmek mümkün değildir. Oysa bir semt için onun simgesi olan bir değeri korumak ne derece önemlidir!
Bizdeki park anlayışının tersine, park denince insanı, ruhuna yolculuğa çıkaracak, kendini ve şehri unutup bilinçaltında da olsa doğaya döneceği bir ortam gelir aklıma; o büyük şehrin keşmekeşinden kaçıp bir an da olsa her şeyi unutabilmelidir orada insan.
İşte bu nedenledir ki parklar birer doğal kır, orman, köy havasını taşımalıdır kanımca. Şehrin nefesi, ruhudur onlar aslında. Oraya girdiğinizde rastlayacağınız şey kesinlikle beton, gürültü, duman, yapay ortamlar değil tam aksine sessizlik, huzur, sükunet olmalıdır. Adımınızı attığınızda, uzaktan gördüğünüzde hatta o ortamı düşündüğünüzde sizi başka bir hava sarmalıdır o yerde. Yaşı sayamayacağınız kadar büyük olan ağaçlar, doğala benzer büyük bir göl, doğadan kopup gelen pek çok canlı çeşidi ve doğal gezinti, spor yolları karşılamalıdır sizi. Üstelik o doğa parçası sizin doğanızdan bir parça olmalıdır, başkasının doğasından koparılıp büyük bedeller ödenerek getirilmiş canlı, cansız parçalar değil. Oradaki ağaçlar sizin dağlarınızın ağacı, çiçekler sizin ovaların çiçekleri, hayvanlar kendi canlılarınız olmalıdır.
Oraya adım attığınızda, gölün kıyısında çimlere oturup elinize bir kitap aldığınızda, o toprak yollarda şöyle bir saat kadar yürüyüş yapıp ya da koştuğunuzda veya bir banka oturup sizin gibi bir park sakini ile sohbete başladığında tüm yorgunluğunuzun gittiğini hissetmelisiniz. Orada oturup saatlerce kendinizle kalmış gibi olabilmelisiniz. (Buna istemsiz dikkat yöneltme deniliyor; insan doğaya çıktığında veya hoşuna giden bir şey karşısında beynin istem dışı yönelimi ve yüklerden kurtulması ile rahatlıyor. )
Yine çocuklar ve yaşlılar için de parkların ayrı bir önemi vardır kanımca. Orada öğrenir çocuklar kendileri ile tanışmayı, koşup sınırsızca oynamayı ve gittikçe toplumumuzda yalnızlaşan yaşlılar da yalnızlıklarını giderecek bir arkadaş bulmayı.
İşte kuğulu park, o koskoca şehrin ufacık bir parçasına sıkışmış ve sıkıştırılmaya çalışılan bir ortam olarak Ankara parkları içinde az da olsa, taşıdığı değerlerle bunu bir parça taşır gibi. Yanındaki çocuk bahçesi ile birlikte bence en çok küçük çocukların parkıdır orası.Ama yine de banklarda oturmuş pek çok yalnız insan, eş ve sevgiliyi görebilirsiniz orada. Hatta yıllardır rastlamadıklarınıza bile orada rastlamanız mümkündür.
Dün yine uğradım biraz işimi bitirince Kuğulu’ya. Anne babalar pek çok küçükle oradaydılar. Kimi kuşlara yem atıyor kimi koşuyor kimi arabasında uyuyordu., Annesi onu gezdirirken civcivin birinin babaannesi ile biraz sohbet ettik; sonra yanımıza yaşı oldukça ilerlemiş bir hanım geldi elinde bir torba buğday ile. Babaannenin dediğine göre elindeki yeşillikleri göl sakinleri olan kuğu, ördek ve kazlarla paylaşmış ve bitirmişti. Şimdi ise sıra diğer sakinler, güvercinleri ve serçeleri beslemeye gelmişti. Civciv ailesi ayrılınca, emekli bir jeolog olduğunu öğrendiğim bank arkadaşım bana birkaç sokak yukarıda oturduğunu, her gün oraya gelerek kuşları beslediğini ama yarın 30 Ağutos için Anıtkabire gideceğinden gelemeyeceğini anlattı.”Üç senedir hemen her gün geliyorum buraya” diyince geçen senelerde orada gördüğüm park sakinlerinden bir başka yaşlı hanım canlandı gözümde. Hanım, bir yandan kuşları kovalayan küçüklere ve onlara o kültürü vermeyen annelerine sinirlenirken bir yandan da çevresindeki çocukları çağırıyor, elindeki buğdaydan onlara vererek kuşları yemlemelerini keyifle seyrediyordu; “amacım onlara hayvan sevgisini aşılamak aslında” diyordu. Diğer yandan da nerede bu diyip çevresine bakarken, kimi arıyorsunuz sorusuna” bacaksızı” diyince, küçük bir çocuk sandığımız bacaksın aslında tek bacağı olmayan bir güvercin olduğunu öğrenmiş olduk. “o dedi yerde dolaşmaz, ağaçtan gelecek biraz sonra”.Gerçekten de biraz sonra bacaksız yukarıdan gelip onun dizine kondu ve elindeki buğdayları yemeye başladı. Bana dönüp,”görmese idiniz inanmazdınız değil mi?” diye sordu.Ne diyeceğimi bilemedim o an. “Nerede olsam beni görüp geliyor” dedi; her ikisi de iki farklı türden birer arkadaş edinmişti anladığım. Ama kuş birazdan etraftakilerin merakından uçup gitti.“Bugün tekrar gelmez artık “ dedi hanım üzgün bir sesle.

Bu arada Kuğulu parkın kuş sakinlerini, parkın hemen çocuk parkı girişindeki Doğa ve Kavaklıderem Dernekleri ortak çalışması ile yaptırılan panoda görebilirsiniz. Ben de o panodan, orada serçenin bile iki çeşit olduğunu ve görünenler dışında parkın daha pek çok sakininin olduğunu öğrenmiştim.
Yine parkın diğer canlılarından, sayısı en fazla olan ağaçların arasında akkavakları görmek mümkün. Kavaklıderem ve Kırsal Çevre tarafından her ağacın üzerinde onun hakkında adı, yaşı, boyu gibi bilgileri taşıyan bir tabela asılmış.
Eğer sıyrılabilirseniz o havadan, canınız beton yollar, binalar, her taraftan yükselen envai çeşitte yüksek sesli müzik, hatta özel yapılmış mangal sefası alanları,ortalıkta dolaşan tirenler, arabalar, pek çok çeşitte lokantalar yerine farklı bir şey görmek isterse, Ankara’nın neresinde olursanız olun veya yolu Ankara’ya düşen biri olarak, bir gün gidip siz de tek tek tanışın derim onlarla, Kuğulu park sizin, hepinizin, Ankara’nın, Türkiye’nin parkı ne de olsa, kuğulu parka, parklarınıza, yeşil yaşam alanlarınıza sahip çıkın, buraları ruhunuzdan uzaklaştırmayın derim, en önemlisi ruhunuzu sizden…

Zuhal Mutlu
30.08.09

19 Ağustos 2009 Çarşamba

BAHÇEMDEN KENTE


Bahçeye çıkıyorum, yerde sonbahara doğru giderken sararmış yapraklar ve solarak dökülmüş çiçekler karşılıyor beni; gülleden biri iyice uzamış ama öbürü yeni yeni toparlıyor kendini, galiba ilaçlıyayım derken biraz fazla kaçırmışım dozunu; neyse yeniden çıktı yavaş yavaş yaprakları ama hiç açmadılar bu yaz, ; hanım eli de sarılacak bir yer istiyor artık ; merakla bekliyorum gelecek yaza artık açacak, o aynı adına layık, güzelim kokulu çiçeklerini; Oysa onu alırken, orada tutmaz demişti AOÇ’deki fidanlık yetkilisi. Ya sakız sardunyası! Tüm yaz o güzelim canlı eflatun rengi ile bıkmadan usanmadan açtı ki bilen bilir sakızlar da bir başka güzel olur ve sarkıtır şaçlarını yüksekten; ayrı bir neşe güzellik katar ortama. Bir de beş altı tane ayçiçeğim var ki, çekirdeklerini ta kaç yıl önce bir arkadaşımın bahçesi için almama rağmen artanlar hala bitmeye, büyümeye devam ediyorlar ; Her biri de birer çiçek vermiş patladı patlayacak, bir de yerleri biraz daha geniş olsa... hatta apartman bahçesindekiler açmış bile. Mevsimlik çiçekleri ve ektiğim halde bu yıl bir türlü çıkmayan akşam sefalarını da unutmamak lazım. İşte bu benim küçük bahçem. Bahçem dediğime bakmayın aslında bu kadar sevgili, evimin balkonunda oluşturduğum bir köşe ama her gün uyandığımda ilk günü paylaştığım onlar yine. Şöyle bir yüzümü bile yıkamadan çıkıyorum balkona, önce sabahın serinliğinde rengarenk, pembe, beyaz, eflatun açan ve tavana kadar uzamış sarmaşık ve tüm çiçeklerle bir ruh sefası yapıyorum, günaydın diyorum onlara.
Bu kadar küçük bir köşe bile renk cümbüşü, neşe katıyor eve; zaten ruhumuzda yok mu yeşil… kendimizi yeşilde buluruz, doğada kucaklaşırız her şeyle. Ufak bir fırsat bulunca koşarız bir ağaç altına, bir parka.
Kenti kent yapan aslında ne sadece binalar, ne de müzeler, semtlerdir yerine göre; kenti kent yapan içindeki meydanlar, parklar, göletler, havuzlar ve görmeyi arzuladığınız insanlardır aslında. Onun doğası, onun kişiliğidir. Tabi tarihi ve ilginç, güzel binaları; kültürünü tanımlayan köşeleri de öyle.
İşte kentte kişilik derken büyük bir yeşil içinde, farklı çağrışımlar yapan; gördü mü bir daha görmek isteyeceğimiz köşeler isterim ben bir kentli olarak yaşadığım kentte.
Kenti kent yapan tüm bunları taşıyan semtleri, caddeleri, meydanları, sokaklarıdır aslında.Ve biz o sokaklarda yeşille kucaklaşmak, o yeşilde tarihin izlerini görmek isteriz; tıpkı sayıları gitikçe azalan cumhuriyet dönemi ve öncesi anıt ağaçlar gibi. Ankara’da saysanız kaçı bulur ki toplam(şu an 50-60 kadarı tescilli) Tıpkı eğer bulursanız, sokağımda penceremin önünde bana merhaba diyen bir akasya ağacı gibi; tıpkı Kumrulardaki o yüce doğu ve batı çınarları gibi; tıpkı Keçiörendeki 300 yaşındaki dut ağacı, Bakanlıklardaki tek tük kalanlardan biri olan anıt kavak, A.Ü. Tandoğan kampüsündeki veya istasyondaki tarih öncesi ağaç ginko bloba ve Kızılayın, sıhhıye tarafındaki girişindeki çok az sayıda olan pembe çiçekli atkestaneleri gibi(dikkat edilirse genelde beyaz çiçeklidirler) ve tabi hala öyle mi bilmem, korunmuş olarak kalan Keçiören’in bittiği yerdeki Hacıkadın vadisi gibi ; Hikmet Birand’ın Tübitak yayınlarından Alıç Ağacı ile Sohbetler ve Anadolu Manzaraları kitaplarında olduğu gibi.Ama diyemeyeceğim, tıpkı Kavaklıdereye ismini veren kavaklar gibi çünki hiç mi hiç kalmadılar cahilliğimizin eseri olarak . Eğer görür ve farkına varırsanız tabi ve tek tek bu Ayşe, bu Mehmet der gibi tanırsanız onları.
İşte ben de, gerçekten bakınca sokağımda, evimin bahçesinde, semtimin parklarında, şehrin içinde ve çevresinde her tarafta beni saran bir yeşil içinde sürsün isterdim hayatım çünkü biliyorum ki böyle bir ortam beni çok daha iyi, çok daha güzel ve çok daha mutlu hissettirecek. Kentte bir parka girdiğiniz aman kentin o keşmekeşinden kopup, bir doğa parçasında olduğunuz hissettirecek parklar isterim, asırlık ağaçlar, kuş sesleri, doğal yollar… ki ruhum kavuşun o eski tanıdığa.. Yapılan araştırmalar da bunu bu şekilde ortaya koymakta. Hatta böyle bir kentte suç oranlarının bile düştüğü gözlenmiş . Diğer oksijen, toz, sıcak, soğuk, estetik değerlerini vb. söylemeye bile gerek görmüyorum.Ama bilene ve farkında olana tabi. Ufak bir alana sıkışmış parklar, parkın içinden geçen otobanlar değil görmek istediğim Kuğulu park örneğinde olduğu gibi
Şu an yapabildiğim tüm bu farkındalıkla, olabildiğince kesilmesinler diye korumak zorunda kaldığım çevredeki ağaçlar, hatta dallarını kırmasınlar diye uğraştığım apartman bahçesindekiler ki nerede ise sokakta tek çeşit ve zenginlik yönünden bu bahçe ve tabi bir de benim ellerimle oluşturduğum balkondaki bahçem var anlattığım gibi … Her balkon aslında önce o eve, sonra o sokağa neler neler katabilir ve tabi oradan doğacak her bir müzik de taşarak bahçelere, caddelere, semtlere, kente … Su mu , kanımca kurulacak sistemlerle her bir apartmandan çıkacak atık sular ki tüm yaz bahçeyi sulamaya yeter de artar bile, yeter ki iste.
Bu yazıda sorunlar dilimin ucuna gelip gelip gidiyorsa da daha çok çözümdeki resmi paylamak istedim aslında.
Biliyor musunuz, dağlarımızda ne kadar çok ağaç, çalı ve bitki çeşidimiz var ki bunlar kent peyzajında rahatlıkla kullanılacak türde ve özellikte ama gördüklerimiz durmadan ekilip, dikilip, sökülen ithal ağaçlar mı acaba ve tabi geçen zaman en büyük kayıpken, sonra emek, para ve yok olup giden kent kişiliği, hayatlarımız; tabi bir de tüm bu negatif bilincin farkındalığı ve zaten yeterli olmayan toplumsal etkisi.
Kentlerde yeşile ayrılan alan miktarı çok daha fazlalaştırılmalı, betonlaşma oranları düşmeli, İklim değişikliğinden, küresel ısınmanın gittikçe arttığı kentler için yeşil pek çok yönden bir kalkan aslında.
Yapacak çok şey var ama önce farkına varmak ve farkındalık yaratmak …

Zuhal Mutlu
20.Ağustos.2009

16 Ağustos 2009 Pazar

ÜLKEMİZDEN MANZARALAR(1) ÇÖP İŞÇİLERİ

Geçen hafta Leyla ile tanıştım. Leyla 40-45 yaşlarinda eli yüzü düzgün bir Anadolu kadını aslında. İlgimi çekmesinin nedeni ise karanlıkta arkasında çekmeye çalıştığı üstünde yarı dolu bir çuval olan metal arabası ile olan görüntüsü idi; hani şu sokaktaki çöp toplayıcılarının kullandıklarından.
Zaten o da bir çöp toplayıcı idi; beni o tenha ve karanlık sokakta onunla uzun uzun konuşmaya iten de bu görünümü oldu.
Biraz önce hemen bir önceki köşede yine benzer görünümde bir başka kadına da rastlamıştım ama bir an Leyla’yı görünce önce o mu değil mi anlamadan durdurdum ve konuşmaya başladık.
“Kocam” dedi, biraz önce karşıda çöpleri karıştırmaya başlayan zayıfça bir adamı göstererek.
Leyla ve Ali sokakta çöp toplayan onlarca insandan normal Anadolu insanı görünümünde bir çift idi.
Biraz laflamak istedim ve “Ne kadar kazanıyorsunuz?” dedim. ”Üç kişiyiz, bir de oğlumuz var ve günde yaklasik 2O TL” kazanıyoruz, topladıklarımızı, şurada bir arabamız var, ona dolduruyoruz ” dedi. “Peki neleri topluyorsunuz? “ dedim. Topladıkları arasından bir boş plastik şişe çıkarıp “en çok bunlar para getiriyor, karton para getirmiyor ama plastik, karton, ne bulursak topluyoruz ” dedi. İskitlerde oturuyorlarmış ve “Kazım Karabekir’de… pidecinin otoparkçılarına sorarsan Ali ve Leyla diye, bizim evi gösterirler sana” dedi.
“Neden bu işi yapıyorsunuz?” diye sordum. “Sorma dedi, ben utanmıyorum bundan” dedi; “bazen şu marketten bozulmuş sebze meyva gibi şeyler atıklarında gidip topluyorum, ne yapayım ki? Mecburuz buna; dilenmiyoruz ki” dedi. Ben de “tabi ki sen alnının akı ile çalışıyor, el açmıyorsan bunda utanılacak hiçbir şey yok, karın doyurmak, geçim için çalışmak değil, dilenmek ayıp” dedim.
O anlatmaya başladı; Leyla Konyalı imiş. Ankara’ya Antalya’dan gelmişler. Ali, daha birkaç yıl önce Antalya’da bir döner dükkanı sahibiymiş ve işleri oldukça iyi gidiyormuş, bir oğulları da döner ustasıymış ve o döneri pişiriyor babası kasa ve hizmet işlerine bakıyormuş dükkanda. Bir gün artık işleri büyütmeye karar vermişler ve zaten ne oldu ise ondan sonra olmuş ve tefeciden aldıkları borç para onları olmadık zararlara sokmakla kalmayıp elde avuçta ne varsa tüketmişler üstelikte hala boylarınca pek çok borçları varmış. Usta olan oğlan başka bir iş bulmuş, galiba yakında da askere gidecekmiş; “kimse de Ali’ye herhangi bir iş vermek istememiş Leyla’nın dediğine göre; “onlar genç, ayak altında koşturacak eleman arıyorlar bu nedenle kocamı geri çevirdiler” diye anlatmaya devam etti Leyla. Bunların bu durumunu gören birisi “gidin, Ankara’da çöp toplama işi var ve bu işi yapan çok insan var” demiş, işte onlar da oğullarının birini Antalya’da ve askere de gitmek üzere bırakıp Ankara’ya gelip bu işe başlamışlar. “Ayda ortalama üç kişi çalışarak elimize geçen 600 TL ile hem geçinmeye çalışıp hem de borçlarımız ödüyoruz” diyor Leyla.
Artık çevrede tanınmış olsalar gerek ki” onların bu durumunu bilen birkaç esnaf, ev hanımı gördükçe bir şeyler vermeye çalışıyorlarmış Leyla’nın anlatığına göre ve hatta eve buyur edip karnını doyuranlar da varmış."Utanmıyorum" diyordu ama utanmak ve utanmamak arasında bir yerlerde olduğu tüm bunları sıralarken gözden kaçmıyordu.
O bunları anlatırken üçüncü eleman da geldi şaşkın gözlerle bana bakarak. 13-14 yaşlarında gözüken, üzerinde atlet olan ve arkasında aynı arabadan çeken bir çocuktu. “İşte bu da oğlum” dedi Leyla. Oğlan sanki bu yaşamı benimsemiş ve çok rahat gözüküyor hatta hiçbir eziklik hissi yaşamıyor gibiydi.
Annesi, “okuldan öğretmenleri, onun masraflarını bırakın biz karşılayalım dediler ama o okumadı; okula gidiyorum diye defterleri bir yere atıp oyun oynadı; tamirciye de verdik ama o tornavida yerine pense verirse ne olur? oradan da oldu” dedi. Oğlan, söylenilenlerden pek de etkilenmiş gözükmüyor, koca koca bana bakıyordu. Ben, “peki hep bu hayatı mı sürmek istiyorsun?” dedim omuz silkti; biraz elde de olmadan nasihata başladım; ama…
Artik ayrilacaktim ve Leyla’ya telefonu olup olmadığını sordum; varmiş( ki bu da bana ilginç gelir, yemek bulamazlar ama telefonları mutlaka vardır) ama numarayı bilmiyormuş Leyla, “kocam versin, o biliyor, evi de böyle bulursun istersen, ben hep buralardayım, karşılaşırız yine” dedi ve ben oğlana da okuması yönünde birkaç bir şey daha söyleyip ayrıldım.
Geçen yıl da yine bu çöp işinde ayda yerine göre yaklaşık bir milyar kazandığını söyleyen başka birine raslamıştım; “sıkıştıkça, ihtiyacım oldukça geliyorum” demişti.
Bir diğer küçük çocuk ise, günde yaklaşık 10 TL aldığını ve Adana’da oturan ailesinin elektrik faturası nedeni ile gelip bu işe başladığını söylemişti.
Bu arada, yanlışlıkla, hazırladığım paket yerine diğer torbadaki ayakkabılarımı verdiğim diğer bir çocuğu ise görmem bir daha mümkün olmadı ama ertesi gün aynı yerde rastladığım diğer bir adam, “çalıştırdığım çocuklara sorarım” demişti.
Bir gerçek örnek hikayeden bahisle sorgulamak istedim ben de, aksam olup da soğukta sıcakta bizler evlerimize çekildiğimizde, sessiz sedasız sokaklarda çöp karıştıran ve bunu geçim kapısı yapan komşularımızın, insanlarımızın ne kadar farkındayız diye. Aslında geçenlerde TRT2’de izlediğim ”Ötekiler” konulu bir belgesele konu olmuşlardı onlar ve bir anlamda o sayıları hiç de küçük olmayan bu şehirdaşlarımızı çoğunluğumuzun neden görmediğinin de açıklaması gibiydi belgesel( Boğaziçi Üniversitesinden araştırmacıların yapımı diye hatırlıyorum).
Onları hava kararmaya başladığında, tek tek çöpler kapıya koyulmaya başlayınca birden orta çıkıp çöp arabaları gelinceye kadar harıl harıl çalışan Gece Karıncaları olarak her gün görmek mümkün, bazen çöp başında, bazen o koca arabayı yokuştan yukarı iterken bir yerlerde...
Bu insanlar ki o görünümlerine göre sizi çok şaşırtabilirler; kimi geceleri odunluklarınıza kadar girip kapıları kırarken kimisi canı gönülden verdiklerini utana sıkıla almak bile istemez ve kirli üst baş, o aç mide, aileden uzak o sefil yaşam içinde o koskoca onurunu görürsünüz; utanırsınız sanki siz sorumluymuşsunuz gibi onun bu duruma düşmesinden; belki de öyledir aslında.
Yıllardır Ankara’da hem dilenip hem de Sakarya’da çöplerden yemek toplayan bir gruba alışkınız hiç alışamasak da ve onları sadece Ankara’da değil nerede ise pek çok yerde görmek mümkünken ve de bunu onların yaşam biçimi olarak kabul etmişken, çöp toplayanları kabul etmek mümkün mü bilmem.
Hatta artık öyle bir hale gelmiş durumdakiler ki, bir örgütleri bile var bildiğim kadarı ile ve bir çeşit onlar da parsellemiş durumdalar çöplükleri tek tek.
Ankara’da bazı belediyelerce başlatılmaya çalışılan genellikle hüsranla sonuçlanan pek çok geri kazanımlı atıkları toplama işini ekonomiye kazandıran da yine bu grup; tabi arada çatışmalar da çıkmıyor değil. Bildiğim kadarı ile en azından bazı belediyelerin de onlarla ilgili bazı izlemeleri(izleme diyorum zira içeriği bilmiyorum) var.
Hatta semte göre üzerlerindeki, kıyafetler bile değişiyor, genelde tarım kesiminden çıkıp geldiklerini ve hatta belki tarım işçiliği ile dönüşümlü bu işi yaptıklarını düşündüğüm bu kesime belki bu yaşam şekli ve şartlar ağır gelmiyor ama onları bu halde görmek bana ağır geliyor. En alttaki ekonomik kesimi ( bu işin ağalığını, mafyalığını yapanlardan bahsetmiyorum) büyükşehirlere gözümüzün önüne taşıyor aslında bu grup; hem sosyoloji hem de başka pek çok dal için araştırma konusu aslında ama, zaten geceleri ortaya çıkan Gece Karıncalarını görmüyoruz bile biz. Ve bu nedenleri ve sonuçları ile geleceğe taşınan bir ülke yarası, bir gösterge olarak ortada duruyor ne kadar görmek istemeyip kafamızı kuma gömsek de.

Ben yıllardır evimde geri donusumlu atiklari bir baska posette toplayarak ayrica çöpe koyuyorum, biliyorum ki kapı önünde veya çöplüğe vardığında orada bu işlem bile büyük bir katkı aslında. Düşünsenize onlara bu katkıyı yaparak işlerini ne kadar kolaylaştırdığınızı.

Zuhal Mutlu
16.08.2009

Not: Çöp toplayıcıları(Gece Karıcaları) ile ilgili her türlü kaynak ve bilgiyi bana ulaştırırsanız sevinirim.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

BURASI BAŞKENT (1).... BAŞKENTLİYE HER GÜN DÜĞÜN BAYRAM

Evet burası başkent ama başkent deyip geçmeyin, çok ilginç yönlerimiz var ki aman ha kaçırmayın; tabi hangi semtte oturduğunuz önemli; yine de kaçırmanız imkansız hatta siz kaçmayın da !
Evet burası başkent, işte o yüzden ya olanları görünce “başkent mi yoksa kocaman bir düğün salonu mu?” diye soruyorsunuz.
Yine yaz geldi, havalar ısındı; hadi gözümüz aydın, havaların ısınması ile bir düğün mevsimine daha ermiş olduk hepten BAŞKENTLİLER olarak. Gerçi şüphesiz pek çok yerde rastlanmayan bir manzara değil ama konumuz başkent Ankara ne de olsa.
Vatandaşın evlendiğine, mutluluğuna bir şey dediğimiz yok şüphesiz ama konumuz en azından benim gözümden bakınca hiç de ne düğün ne dernek değil düpedüz bir işkence ve yol yordam bilmeme.
Köy geleneklerinden kalma bir alışkanlıkla, vatandaş, bir de salon parası vermemek için açıyor sandalyeyi masayı apartmanın önüne hatta sokağa, gerekirse sokak mokak hak getire; bir de trafiğe kapadı mı işte sana mis gibi bir “açık hava düğün salonu”.
Sabahtan başlıyor sahne kurulmaya . O güzelim elektronik sazlar ve gerekirse davullar eşliğinde, sanatçıların (!) detone sesi ( Gerçi şu meşhur Ankara parçaları için detone lafi bile fazla kaçar)tüm gücü ile çınlatıyor kocaman ses cihazları ile bütün mahalleyi sabahtan akşama, akşamdan gece yarısına…. Alllahım ne bitmez çile!
Geçen bizim çaycı bile sazını tıngırdatırken, diğeri “bir şeyler çalmayı öğrenir de düğünlerden evine bir iki kuruş kazandırır derken birden sokak canlanmadı boşuna gözümün önünde.
Bir de güzelim gece elbiselerini giymiş hatunlar, tam takım giyinmiş beyler çıkıyorlar meydana ki bir gerine gerine, tadını çıkara çıkara oynuyorlar, sanki sokak değilde bir lüks otelin balo salonu havasında.
Yok o kadar da değil bazen köy geleneklerini de unutmayıp köçekler bile getiriyoruz sokakta oynatmaya. Burası başkent, AB kenti Ankara(!)
Acaba Ankara’nın kaç semtinde karşılaşılmıyor bu manzara ile merak etmemek elde değil benim için, sizi bilmem. Yoksa çok mu alışıldık? Yok ben alışamadım.
Artık o güzelim elektronik saz ve o güzelim sesli sanatçılar(!) bırakın burnunuzun dibi sokağınızı tam kaç km. uzaktan duyurabiliyor size kendini. O “bu akşam, bu hafta sonu dinleneyim, kitap okuyayım, biraz da evde kalıp şuna bakayım” hayaliniz hayal olarak bile kalmıyor zira anlıyorsunuz ki meğer ne çok kişi evlenmek için sıradaymış da ve hatta yaz bahar gelip geçiyor o eğlence(!) içinde… Tabi salonlarda olanlardan haberimiz yok desem de çıkıştaki silah sesleri ve eskiden lüks düğünlere özgü havai fişek gösterileri, bir de arada bir kurşunlara hedef giden birkaç şansız vatandaş ( ee ne yapalım onlar da kurşunun önüne çıkıp da gazetelere düşmeselerdi diyenler olabilir) olmasa…
Ha bir de geçen gün apartmanın araba parkında yapılan sünnet düğünü için önümüzdeki okulun bahçesinde patlatılan havai fişekler şu kurumuş otları tutuşturup o kaç yıldır sadece birkaç mahalleli vatandaşın kendi gayretleri ile emek verdikleri o güzelim ağaçları tutuşturup yakmasaydı…
Tabi sokak düğünlerinden bahsederken bizzat okulunun bahçesini bu müstesna olaylara açma girişiminde bulunan hatta girişimi geçerek bizzat bir iki düğünün gerçekleşmesine olanak veren okul yöneticilerini de kutlamadan geçmemek lazım; hatta öyle ki mahallelice yapılan şikayetleri bile aşmayı başarmakla beraber en azından mahalleli ( tabi ki aklıselim olan kısmından bahsediyorum) böyle müstesna bir olay olan sokak düğünlerini okul bahçelerine de taşıyarak burayı sürekli bir işkence alanına dönüştürmeyi planlayan yöneticileri durdurmayı başarabildi en azından diye düşünüyorum.
Ama yine de şunu atlamamak lazım, bu sokak düğünlerine karşı olan polisle, zabıtayla vb. beraber olan, başkent Ankara’yı tek kuruş almadan koskoca bir eğlence ortamına dönüştürenlerin yaptığı mahalle eğlencelerini engelleyen bu uyumsuz kişileri haklı görmek ne derece mümkün ki? Ne yani davetli olmasa da vatandaş her gün her gün diskoya, dansa, gece klubüne gitmeye gerek kalmadan, üstelik aynı yüksek desibelde müzikle doyasıya eğlenirken(!)… cık cık cık.
Önce bu durumu engelleyici herhangi bir mevzuat olmadığı söyleniyordu; şimdi mi, şimdi mevzuat var ve bildiğim kadarı ile üstelik Valilik kararı ve genelgesi ile (geçen yıllarda Valiliğe Bağlı çevre koruma müdürlüğü ile de görüşmüştüm)ve ayrıca ayrı yaptırımlarla ama sonuç aynı; fark sadece topyekün eğlencenin gece belli bir saten sonra polis gücü ile de olsa kesilmesinde. İlgililer kesin bir önlem yerine vatandaşın kendi kendine bunu terk etmesini bekler gibiler. Ya diğer vatandaşların huzuru? Hastası var sağı var, nerede bu yetkililer?
Bakın bir önerim de var; neden şu her türlü yardımı seçmeninden esirgemeyen belediyeler halka yönelik kapalı bir düğün mekanı kurarak büyük bir sevaba girmiyorlar. Eğer salonda düğün yapamayacak durumu olan varsa belediyeler burayı çok cüzi ücretlerle sağlayabilir onlara. Tabi bu arada sokağı da yasaklayarak ve cezaları büyüterek. Bu sokak düğünlerini önlemede belki bir yol olabilir.
Yok olmaz derseniz, hadi bakalım yaz geldi yine iyisiniz, size her gün düğün bayram; hem de bedava!
Hatta bakın bu gün bir kaçı birbirine karışmış ki sabahtan bu yana kaçırmayın, bugün sizin orada eksiklik varsa bu yana gelin.
Z.M.
08.08.2009






ENGELLERİN FARKINDALIĞI AMA SADECE FİZİKİ OLANLAR BU DEFA




İnsan ancak başına gelince bazı şeyleri daha iyi anlayabiliyor. Yıllardır dağ tepe dolaşırım ve belki de sürekli aşmaya alıştığımızdan fiziksel vb. engeller gözümüze o kadar büyük gözükmezler.

Neden mi bahsediyorum? Durun da lafa şöyle başlayayım ; günlük hayatımızda sokakta, evde, işte, çeşitli alışveriş merkezi, otobüs, tren vb. yerlerde karşımıza pek çok fiziksel engel çıkar ama biz, fiziksel anlamda engeli olmayan sağlıklı insanlar bunların ya hiç farkına varmayız ya da mantıksal anlamda yanlış bulup belirli ölçülerde çözüm ararız.

Bir bakıma kafası, herhalde bu toplumda sürekli sorunlarla boğuşmaktan olsa gerek, sorun çözme mantığı ile çalıştığını düşünen biri olarak ben kendimi hasbelkader ikinci grubun uç kısmında görenlerdenim; ama ya sizin ya da bir yakınınızın başınıza gelen olaylar bu durumda bile olaylara ne kadar eksik baktığımızın bir göstergesi.

Hatta olay bizzat sizin başınıza gelmezse bile algılamanız, farkındalığınız belirli bir seviyede kalabiliyor. Çok ağır olmasa da bir süre bana geçici bir fiziksel sınırlama getiren biraz rahatsız olduğum bu günlerde, birkaç basamağın, biraz yüksek kaldırımların, yokuş olan yolların veya çevresinden dolaşmak zorunda kaldığınız her bir engelin aslında hiç de o kadar küçümsenemeyecek, hatta engelli olan bireylerimiz için aşılması bir o kadar zor, koskocaman birer engel olduğunun farkına varıyorsunuz.

Düşünüyor, düşünüyorsunuz da gelip gelip aynı noktaya takılıyorsunuz; toplumun şu çözüm aramaz, vurdumduymaz duyarsızlığı veya çok kafa yorsam da benim anlayamadığım, adı her ne ise o hali. Şimdi başka konulara girmek de var ya neyse…!!?

Sonuç olarak her şey bizim elimizde aslında; vardığım şu noktada. başkasını suçlamak bahanesi işin sadece.

Yani şu çırpınıp durup bu işi yıllardır çeşitli yollarla, çeşitli projeler hazırlayan bize anlatmaya çalışan engelli vatandaşlarımız aslında bir türlü kavratamadılar bize neler çektiklerini, basit bir engelin bile onlar için ne demek olduğunu.

Bir zamanlar evde hapis hayatı yaşayan pek çok engelli artık sadece ailelerine bağımlı kalmadan, birlikte hareket etmenin, birlikte olmanın verdiği güç ve kuvvetle sokaklarda, parklarda, otobüs-trenlerde; yani günlük yaşamda pek çok yerdeler; pek çok yerdeler de ….İşte ufacık bir otobüs basamağı, bir kırmızı ışık, arabaların çıkışını engellemek için kaldırımlara dikilen şu garip babalar….. say say bitmez(Tabi bu arada aklıma olmadık çukurlara düşüp ölen vatandaşlarımız da gelmiyor değil). Öyle ise bu işi yaparken başta bu işlerle uğraşanlar olmak üzere bunun eğitimini almak, bir nevi her işte Engel İşleri Uzmanı diye bir meslek,bir uzmanlık dalı geliştirmek gerekiyor belki de. Tabi gönül ister ki asıl toplumda engelli sayısını azaltacak sağlıkla ilgili projeler gerçekleşsin ve bu sayı çok daha azalsın.

Ama yine engelli olan bir de başka bir grup var ki o da yaşlı ve hasta olan bireylerimiz. Onlar için de aynı tür engeller söz konusu. Problemi sadece görmemek, duymamak vb. değil, onlarda bir de güçsüzlük problemi var ki bence pek çok diğer problemden daha farklı sonuçlar doğurabiliyor. Düşünsenize yaşlı ve hasta bir karı-kocasınız veya yalnız birisiniz; ama her şey size bakıyor. Belki sizler için huzurevleri var her işinizi yapılacağı ama şanlılık mı, şansızlık mı olarak değerlendirilebilecek bu çözümler bile sadece belli bir azınlık için geçerli. Yani alışverişten, bankadan, normal hayatta yapılması gereken her şey size bakıyor. Kendinizi toparladınız ve sokağa çıktınız bakın ondan sonra neler oluyor.

Amacım abartmak değil sadece kendimizi hem yaşlı hem de engelli grubuna giren vatandaşlarımız yerine koyarak ( ki düşünseniz toplumda hiç de az değil bu sayı)empatik olarak onların gözünden, yaşamlarından düşünmeye çalışmak. Tabi bugünlerde gazetelerden de bolca okuduğumuz gibi bu gruba girip varlıklı olan vatandaşlarımızın farkında olan bir kesim de yok değil. Biz mi?, biz onların bile farkında değiliz….

Şu toplumsal farkındalık var ya işte o hem çözümlere yol açacak hem de ne yaralara merhem olacak bir şey. Ama bencillik o kadar ayyuka çıktı, kapitalist düşünce o kadar her şeye sindi ki öneri şöyle geliyor, “ kendinizi daha iyi hissetmek için başkalarına yardım edin” Yani yine her şey kendiniz için, bir nevi mal gibi sahip olmak için. Bu işi size para karşılığı anlatmak için türeyen sözde uzmanları da unutmamak lazım.

Her ne ise bir yaşlının gözünden bir günü senaryolaştırarak anlatmaktı amacım ama bunu sizlerin gözlem ve hayal gücünüze bırakarak diğer bir lafa geçmek istiyorum.

Belki de hem yaşlı hem özürlü vatandaşlarımızı anlamak için gerek devletin bu işlerden sorumlu kısımları gerekse STK’lar bir nevi anlama ve çözüme katkı eğitimleri düzenlemeliler. Eğer böyle bir şey yoksa benim önerim bu. Ne gibi mi?

Örneğin duyarlılığını ve bilgi, bilinç seviyesini artırmak isteyen vatandaşlar için ücretsiz yapılacak kurslar hazırlanılabilir. Kurs hem gruplanmış özürler için öncelikle belirli teorik bilgiler ve daha sonrasında empati için drama karışık derslere ve en son çalıştay yapısında çözüm önerilerinin oluşturulduğu bölümlerden oluşabilir; hatta biraz daha ileri gidecek olursak sürekli gönüllü bu işlerde çalışmak isteyen seçme bireyler, gerek çalıştaylardan çıkan gerekse araştırmalardan elde edilen sonuçlara dayalı projelerde çalışabilirler.

Evet artık bu alanlarda yasal olsun, istenerek elde edilen sonuçlara dayalı olsun bir şeyler yapılıyor ancak şu an sizden istediğim sadece empati kurun onlarla bir bakalım! Nedir durum sizce onların gündelik yaşamında?

Her şeye bir gün koymuşuz değil mi? Çevre günü, anneler günü, özürlüler günü… Her şeyi gününde hatırlamak değil, önemli olan sürekli yaşanılacak ortamları oluşturucu, sorunları ortadan kaldırıcı sonuçlara varmak. Biz depremi bile unutan bir toplumuz, ta ki bir dahaki depreme kadar!

Z.M
25.08.2008



Not: Geçen aylarda 3-4 gün bir arada ortak bir egiğitme katıldığım gözleri görmeyen bir arkadaşımızla geçirdiğim birkaç gün bile bana daha ne dersler verdi onu anlamakta bir bilseniz.